Fener - Balat - Ayvansaray
Bugün 26 Kasım Pazar, 2017. Hakan Gürger ile Kariye, Fener, Balat, Ayvansaray Turu’na katıldım... Bugün bu turda ben de Kariye gibi bir dünya şaheserinden başlayıp yürüyerek sokak sokak Fener, Balat, Ayvansaray ve Edirnekapı 'yı gezecek hatta arabayla defalarca kez geçmemize rağmen, belki de işimiz olmadığı için içeri doğru hiç girmediğimiz ve bize hem çok yakın, hem de çok uzak olan bu renkli ve şaşırtıcı kaldırımda oturarak ya da camdan karşılıklı sohbet eden ablalar, sokaklarda top oynayan çocuklar, arabayla yüksek müzik eşliğinde tur atan gençler, sokak kahvelerinde oturan amcalar, birbirlerini çok uzun yıllardır tanıyan esnaf ve tüm bu kişilerin arkasından camiler, sinagoglar, kiliseler, ayazmalar, mezarlar, azınlık okulları ve bin yıllık çınar ağaçlarını İstanbul'un belki de en ilginç semtini keşfe çıkacağız..
Gezimize Kariye Müzesi ile başladık. Burası, Bizans döneminde kilise olarak yapılmış, İstanbul’u fethinden sonra cami olarak kullanılmış. Şehrin en eski manastırlarından birisi olan Kariye’nin adı Rumca ‘Khora’ kelimesinden geliyor. ‘Khora’ şehir dışı anlamına gelir. Nitekim, II. Theodosios 413 yılında bugün görünen surları yaptırana kadar da bu bölge surlar dışında kalmış. Manastırın bulunduğu bölge daha IV. yüzyılda dini açıdan önemli bir yer haline gelmiştir. 298’de İzmit’te (Nikomedia) 84 müridi ile öldürülen Aziz Babylas sonradan buraya gömülür. Bu yüzden burası dini olarak ziyaret edilen bir yer olmuş. Burada bir kilisenin varlığından bahsedilen ilk kayıt 740 yılına dayanır ve Patrik Germanos’un buraya defni ile alakalıdır. Burada bulunan kilise bir çok kez harap olur ve her seferinde tekrar inşa edilir. Bugün gördüğümüz halini XIV. yüzyılda, İmparator II. Andronikos’un maliye bakanı Theodoros Metokhites tarafından alır. Kilise ı mozaikleri ve freskleri sayesinde dünyanın en iyi korunmuş Bizans kiliseleri arasında gösterilir. İçinde İsa’nın dirilişe (genesis) kadar olan evreleri resimlendirirmiş. Fatih’in İstanbul’u fethi sonrasında 1511 yılında camiye çevrilir. 1948 senesinde de ibadete kapatılarak müze haline getirilir.
Müze çıkışımız ile birlikte dik bir yokuştan tırmanarak Surlar’ın kalan kısımlarına bakarak yürümeye başladık. Burası kurulduğu günden beri şehrin hem savunmasına yarayan hem de sınırlarını belirleyen bir mimari yapı. Surlar üzerinde şu an hala görülebilen sekiz tane kapı vardır. Bunlar: Yedikule Kapısı (Altın Kapı, Porta Aurea), Belgradkapı, Silivrikapı, Mevlanakapı, Topkapı, Sulukule Kapısı, Edirnekapı, Eğrikapı.
Yürümeye devam… Ayvansaray semtinin Bizans dönemindeki ismi Blakherna. Osmanlı döneminde bu ismin neden Ayvansaray’a dönüştüğünü açıklamaya çalışan bazı görüşler var. Bir iddiaya göre, burada bulunan ve artık kullanılmayan Blakherna Sarayı hakkında. Şehre sıcak ülkelerden getirilen fil ve deve gibi hayvanlar için barınak olarak kullanılmış, bu nedenle de buradaki saraya hayvan sarayı denilmeye başlanmış. Diğer bir iddia da, yamaç üzerine inşa edilen sarayın kemerli (eyvanlı) yapısı, sarayın eyvanlı saray olarak anılmasına neden olmuştur ki, bu da zamanla Ayvansaray’a dönüşür. Son iddia ise, burada bulunan ve Eyüp’e geçilmesini sağlayan kapıya insanlar Ayyub Ansari kapısı demektedirler. Bu kullanım da zaman içerisinde Ayvansaray’a dönüşerek semte ismini verir.
Burada görülecek en önemli yapıda Tekfur Sarayı. Edirnekapı’da bulunan Tekfur Sarayı, Blakhernai Sarayı kompleksinin parçalarından biridir ve Klasik Roma saray yapısının İstanbul’daki tek örneğidir. Tekfur Sarayı 500’lü yıllarda I. Anastasios tarafından inşa ettirilmeye başlanır. Zaman içinde yapılan eklemeler ve değişikliklerle saray organik bir yapı gibi değişmiş, gelişmiştir. Aynen Topkapı Sarayı’nda olduğu gibi. I. Manuel Komnenos zamanında saray halkının neredeyse tamamı buraya taşınmış olsa da sarayın resmi saray olarak kullanılması II. Aleksios Komnenos zamanında olmuş. İmparatorlupun son zamanlarında saray da bakımsız hale gelir. Fetih’ten sonra da tamamen terk edilir. Osmanlı döneminde bir ara fil ve deve gibi hayvanlar için ahır olarak olarak kullanılır, uzun süre boş kaldıktan sonra kısa bir süre de gizli genelev olarak kullanılmış olduğu iddia edilir. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa yapının çini imalathanesi olarak kullanılmasını emreder, sonar bir dönem pabuççular imalathane olarak kullanılırlar, 19. yüzyılda yoksul Yahudiler için barınak olur ama 1865 senesinde çıkan yangında tamamen boşaltılır. Robert Koleji’nin kurucusu Cyrus Hamlin, ilk önce burayı kullanmak ister kolej için ama sonra vazgeçip Hisarüstü’nde karar kılar. Dünyada ayakta kalabilmiş yegane Bizans sarayıdır.
Tekfur sarayı ile Balay arasında, Hoca Şakir Caddesi ve Mumhane Caddesi'nin kesiştiği yerde Kasturya Sinagogu var. "Var mı değil mi?" diyorum çünkü günümüze sadece iki kapısı ve dış duvarları kalmıştır. Bahçesi otopark olarak kullanılıyor. Fatih Sultan Mehmet zamanında Makedonya'dan gelen Sefarad Musevileri tarafından yapılmış. Büyük kapısının üzerinde ibranice yazılar yer alıyor.
Buranın en ilginç ve hikayeleri bol yeri Eğrikapı. Bizans döneminde adı Kaligaria, yani Ayakkabı Kapısı’ydı. Burada askerlere ayakkabı üretildiği için kapı bu adını almış. Manuel Komnenos Surları’nın başladığı noktadaki kapıdır. İsminin biraz eğri yapılmış olmasından veya altından geçen yolun sahabe mezarlarından dolayı kıvrılarak eğri bir rota çizmesinden dolayı bu ismi aldığı iddia edilir. Hammer, kapının Bulgar Kapısı olarak da adlandırıldığından bahseder. Zira II. İustinianos (Burunsuz) intikamını almak için şehre Bulgar Kralı ve onun ordusuyla geri döner ve karargahını bu kapının hemen dışında kurar. Şehre sızan ajanları da kapıyı açarlar ve II. İustinianos tekrar imparator olur. Son Bizans İmparatoru Konstantinos’un canlı olarak görüldüğü son yer de yine bu kapının etrafı olmuştur. Zaten sonrasında da buralarda bulunan cesedi çizmeleri vasıtasıyla teşhis edilmiştir.
Meşhur Kaşıkçı Elması da yine bu kapı civarındaki Eğrikapı çöplüğünde bir adam tarafından bulunur. Bu adam bulduğu taşı üç tahta kaşık karşılığında bir kaşıkçıya, bu kaşıkçı da on akçeye bir kuyumcuya satar. Taştan haberdar olan Kuyumcubaşı taşa el koymak ister ama olayı duyan Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşa kendisine almak için niyetlenir. Lakin mevzu IV. Mehmed’e kadar taşınır ve padişah fermanı ile birlikte Kaşıkçı Elması hazineye katılır. Bölgede sahabe mezarlarının çok olması ve bu mezarların neredeyse tamamının reformist bir padişah olan ve halk tarafından ‘gavur’ padişah olarak kabul edilen padişahlardan birisi olan II. Mahmud döneminde bulunmuş olması da manidardır.
Esnaf Loncası Sokağı, Mimar Mustafapaşa Çesmesi “Suyla olan münasebetinin kesilmesi çok da eski olmayan bu altıgen çeşmenin mimarı Yeni Camii’nin tamamlanmasına vesile olan Mimar Mustafa Ağa’dır. Yakın zamanda restorasyon gören çeşme kum taşından yapılmış.
Şimdi Panaya Suda Kilisesi’ne vardık. Burası İstanbul Suriçi Ayvansaray Eğrikapı Caddesi üzerinde Tandır Sokak ve Kandilli Türbe Sokakları arasında. Kitabesine göre Patrik VI. Kyrillos zamanında 1 Ocak 1816’da yeniden inşası biten kilisenin tarihine ilişkin kayıtlar 810 senesine kadar uzanmaktadır. Kilisede ayrıca 1930 ve 1946 yıllarında onarım gördüğüne dair kitabeler bulunmaktadır. Kilise binasının doğusunda mermer havuzlu Timiazoni Ayazması bulunmaktadır.
Ara sokaklardan yürüyerek İvaz Efendi Camii’ne geldik. Bu cami, Ayvansaray Eğrikapı'da Bizans surlarının iç tarafında, Anemas zindanı üzerinde, Anemas kulesi ile Angelos kulelerinin arkasında yer alan tek Mimar Sinan camisi. Caminin mimarisi bütünüyle değişik ve ilginçtir. Mimarisinin yeri geriye doğru kaymıştır. Asıl ilginç özelliği ise girişidir. Bütün camilerin kapıları ortada yer alırken, İvaz efendi cami'sinin cephesinde, iki kenarda ikişer küçük kapı vardır, ortada pencereler sıralanır. Taş ve tuğla duvarları, çok sayıda pencereleri ile içindeki az sayıda ama çok güzel İznik çinileri görülmeye değer bir mimari örneğidir.
Hemen caminin yanında Emir Buhari Tekkesi var. Tekkeye adını vermiş olan Şeyh Ahmet Buhari muhtemelen 16. yüzyılın üçüncü çeyreğinde, anayurdu olan Buhara’dan İstanbul’a gelmiş olan bir Nakşibendi şeyhidir.
Yokuş aşağı inerek vardığımız Panayia Vlaherna Kilisesi ve Ayazması‘nın en önemli özelliği dünyada pazar günü ayinini cuma günü yapan tek Hıristiyan Kilisesi olmasıdır. Efsaneye göre son kuşatmada, bir cuma günü, İstanbul tam teslim olacakken gökyüzünde Meryem Ana görünmüş, sonrasında fırtına yağmur sel gibi çok ciddi tabiat olayları sonucunda Avar orduları başarısız olmuş, kuşatmayı bitirmişler ve İstanbul işgalden kurtulmuş. Bu olaydan sonra cuma günü, Panayia Vlaherna Ayazması cemaati tarafından kutsal gün olarak ilan edilmiş ve pazar ayinleri cuma günleri yapılmaya başlanmıştır. Bu gelenek günümüzde de halen devam ettirilmektedir. Kilise içinde ayazmadan su içebilir, adak adayabilirsiniz.
Böylece Balat semtine varıyoruz…
Balat isminin Rumca’da saray anlamına gelen ‘palation’ isminden türediği düşünülmektedir. Blakherna Sarayı’na olan yakınlığından dolayı bu ismi almıştır. Fetihten sonra Ohri kentinden getirtilen Yahudi göçmenlerden dolayı Yahudi semti halini almıştır. Burada bulunan Yahudilerin büyük çoğunluğu 1950 sonrasında İsrail’e göçmüş, kalanların bir kısmı da şehrin diğer semtlerine taşınmışlar.
Vardığımız ilk yer, Panaya Balino Kilisesi. Balino Karabaş Mahallesi’nin Bizans zamanındaki ismi. Kilisenin yapım tarihi 16. yüzyıla kadar uzanıyor. Burada bulunan ilk kilise 1728 senesinde yanar. Hagios Menas adına bir ayazması bulunuyor.
Aya Dimitri Kavanis Kilisesi, Patrikhane listesinde ismi Aya Dimitri Ksiloportis olarak geçen kilise, 13. yüzyılın başında Nikolaos Kanabes’e ithafen yakınları tarafından yaptırılır. Kanabes sadece birkaç gün tahtta kalabilmiş bir imparatordur. Bir çok kez onarım gören kilise iki dünya savaşı arasında dini amaçlar dışında kullanılır ama 1947 senesinde patrikhane tarafından onaılarak tekrar ibadete açılır. Kilisenin avlusunda İlyas Peygamber Ayazması bulunmaktadır.
Ferruh Kethuda Camii, 1562-63 yılları arasında Mimar Sinan tarafından yapılmış. Camiyi yaptıran Ferruh Ketküda, Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından Semiz Ali Paşa’nın kahyası. Semiz Ali Paşa, gelmiş geçmiş en şişman Osmanlı sadrazamıdır. Reşat Ekrem Koçu, o devirde paşayı taşıyabilecek yalnızca iki at bulunabildiğini yazmıştır. Zamanında cami, medrese, tekke, çeşme ve mahkemeden oluşan bir külliye iken geriye sadece camisi ve çeşmesi kalmış. Cami orijinalinde kubbeli iken 1959 restorasyonunda çatılı hale getirilmiştir.
Surp Hıreşdagabet Ermeni Kilisesi, Kilise17. yüzyıla kadar Taksiarkhes adlı bir Rum kilisesi olarak kullanılmıştır. Her iki isim de ‘Başmelekler’ anlamını taşımaktadır. Zaten altındaki Ayios Andonios ayazmasından da kilisenin Rum kilisesi olduğu anlaşılmaktadır. Günümüzdeki halini, 1833 yılında yapılan geniş çaplı restorasyon sonrasında almış. Yapı baş melekler Mikail ve Cebrail’e adanmıştır. Her sene, eylül ayının ikinci hafta sonu geleneksel bir ayin yapılır. Bu ayin sırasında her dinden insan şifa bulmak için kiliseye gelir.
Ermeni Okulu, Surp Hıreşdagabet Ermeni Kilisesi’nin hemen karşısındaki binadır. Artık okul ile uzaktan yakından alakası kalmamıştır. Hatta bina bile kalmamıştır.
Ahrida Sinagogu, Makedonya’nın Ohri kentinden gelen Yahudi göçmenler tarafından 1427 senesinde kurulmuştur. Beş yüz kişilik kapasitesi ile İstanbul’un en büyük sinagogudur. 18. yüzyılda yeniden inşa edilen sinagog, 1893 yılında kapsamlı bir tamirat görür. 2. Dünya Savaşı yıllarında askeri birlikler için barınak olarak kullanılır. Sinagogun altından Haliç’e uzanan bir dehliz olduğu iddia edilmektedir. 1910 senesinde dehlizin bulunması için çalışmalar yapılırken demir bir kapı ve iki adet parşömen kitap bulunur. Parşömenler sinagog bütçesine katkıda bulunmak için satılırlar. 17 yüzyılda meşhur sahte mesih Sebetay Sevi olayı sırasında, Sebetay Sevi’nin müridleri tarafından kullanılır.
Bu kadar gezmeden sonra artık cafeler ve restaurantlarla dolu artık eski Beyoğlu ve Galata’nın sokaklarda oturup, kahve içme yemek yemenin yeni adresi olan bu güzel semtte Namlı Köfte’de karnımızı doyurmak için oturduk. Rehberimizin tavsiyesi ile geldiğimiz esnaf lokantasında köfte porsiyonları küçücüktü ama koca kutu ekmeği dayadıkları için tıka basa doyduk. Sıra kahveye geldi. Cumbalıkahve, demleme filtre kahve ve cheesecake sunumu arkadaşça tavırlarıyla mekanın sahibi ile Balat'ın "Balat'ta hayat var" konseptli cafesi ile uzun yürüyüş sonrası dinlendiğimiz keyifli bir mekan oldu.
Bu kadar dinlendikten sonra tekrar yollara düşme zamanı. Zira saat 16:00’daki Fener Rum Patrikhanesi’ndeki ayine yetişmek istiyoruz.
Böylece Fener semtine varıyoruz.
Fener ismi Rumca’daki Fanarion kelimesinden geliyor. Buradaki deniz fenerinden dolayı semte bu isim verilmiş. Fener semtinin yıldızı fetih ile birlikte parlamaya başlar. Fetih sonrasında şehri terk eden Rumlar, Fatih’in Rum halkının din, dil, eğitim ve yaşayış tarzı özgürlüklerini güvence altına alan fermanından sonra tekrar şehre dönmeye başlarlar. Rum ahali eğitimi yüksek bir cemaat olduğu için daha çok devlet işlerinde görevler alırlar. 1950 sonrasında burada hemen hemen hiç Rum kalmamıştır.
Gelelim İstanbul’un en önemli yapısına Fener Rum Patrikhanesi ve Patrikhane'deki Aya Yorgi Kilisesi. 4. yüzyılın başına dek Marmara Ereğlisi Metrpolitliği’ne bağlı Bizantion Piskoposluğu olarak hizmet veren bugünkü patrikhanenin öncülü kilise Doğu Roma İmparatorluğu’nun kurulmasıyla birlikte Yeni Roma ve Konstantinopolis Piskoposluğu adını alır. 381 yılında yapılan II. Ekümenik Konsil’de başpiskoposluk haline gelir, Roma’dan sonra en önemli ikinci kilise konumuna yükselir. 481’de yapılan Kadıköy Konsil’inde ise ekümenik patriklik ilan edilir ve Roma ile aynı seviyeye yükseltilir. Bu duruma Roma şiddetle karşı çıksa da 476’da Batı Roma’nın yıkılmış olması elini kolunu bağlar. Ayrıca kilisenin ekümenik patriklik haline gelmiş olması iki kilise arasında yüzlerce yıl sürecek olan ayrımın başlangıcı olur. Bu ayrım 1054 senesinde iki kilisenin birbirini karşılıklı olarak aforoz etmesi ile doruk noktasına ulaşır. Ayrımın tek nedeni yetki çatışması değildir. Doğu Kilisesi halka ve halkın görüşlerine daha çok önem verirken, batı kilisesi için kilise her şeyden daha önemlidir. Teolojik olarak da ayrılır bu iki kilise birbirinden, kutsal ruhun kaynağı konusunda öğreti farklılıkları vardır. Ayasofya’nın yapılması ile birlikte Patrikhane buraya taşınır ve Ayasofya Patrikhane kilisesi olarak kullanılmaya başlanır. Latin İstilası sırasında Patrikhane İznik’e taşınır ama 1261’de tekrar İstanbul’a döner. Fetih sonrası Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ile birlikte Patrikhane bu sefer de şimdiki Fatih Camii’nin bulunduğu yerdeki Havarium (Havariler) Kilisesi’ne taşınır. Ancak orada da fazla kalamazlar. Fatih, Fatih Camii’ni burada yaptırmaya karar vermiştir. Bunun üzerine Patrikhane 1456 yılında, bu sefer de bugünkü Çarşamba semtinde bulunan Pammakaristos Manastırı’na taşınır. Ta ki 1587 yılında III. Murad bu manastırın kilisesini Azerbaycan ve Gürcistan’ın fetihlerinin anısında Fethiye Camii’ne değiştirene çevirene kadar. Yine taşınan patrikhane Cantemir Evi sınırlarında kalan Theotokos Paramithias Kilisesi’nde faaliyet gösterir (1587- 1597). Üç sene de Balat’taki Aya Dimitri Kanavis Kilisesi Patrikhane olarak kullanılır ve nihayet 1600 senesinde bugün bulunduğu yere taşınarak Aya Yorgi Kilisesi’ni Patrikhane Kilisesi olarak kullanmaya başlar.
Pazar ayinine katılıp ayini seyrettikten sonra dimdik bir yokuş çıkarak ve Haliç kıyısından geçerken ihtiyaşımı ile tepede duran ve ben yıllarca orayı Fener Rum Patrikanesi sandığım Fener Rum Erkek Lisesi’ne geldik. Rumların Megali Sholi (Büyük Okul) dedikleri okul İstanbul’daki en eski eğitim kurumlarından birisi. Bizans döneminde Patrikhane Akademisi olarak kullanılmış. Fetih sonrası zamanın patriği Gennadios’un Fatih’ten aldığı özel izinle öğretime devam etmiştir. Patrikhane’nin Fatih Camii’nin yapılması için taşınması ile birlikte okul da Fener’e taşınır. Patrikhane civarındaki yapılarda eğitim ve öğretime devam eder. 1803’de Kuruçeşme’ye taşınır ama 1850’de tekrar döner. 1881’de ise bugün görünen bina yaptırılarak buraya taşınır. Binanın mimarı da bu okul mezunu K. Dimadis’tir. Okul ilk başlarda teolojik ağırlıklı dersler verirken daha sonra dini eğitimin Heybeliada Ruhban Okulu’na kayması ile birlikte klasik eğitim vermeye başlar. 1969 senesinde öğrenci yokluğu nedeni ile ilkokul kısmı kapanır. 1988’de Yuvakimyon Kız Okulu ile birleştirilirler. Bu devasa okulun öğrenci sayısı 50 ile 100 arasında değişmektedir.
Fener’in cundalı evleri ve en meşhur sokağı olan Merdiven yokuşunda resim çektirdikten sonra şimdi kafe olan Dimitri Kantemir Sarayı’na uğradık. Bu saray Fener’in en eski ailelerinden (Ataları arasında bir de Bizans İmparatoru vardır.) Kantakuzinolara aittir. Eflak Beyi olan Şerban Kantakuzino şimdi Kantemir Sarayı olarak bilinen bu sarayı yaptırmak ister ve 17. yüzyılıln sonlarında inşasına başlar. Osmanlı yönetim geleneğinde Boğdan yöneticileri (Voyvodaları) 18. yüzyıla kadar Boğdan bölgesinin önde gelen ailelerden seçiliyordu. Voyvoda’nın bir oğlu da ne olur ne olmaz diye düşünülerek İstanbul’a alınıyor ve oldukça iyi bir eğitim veriliyordu. Dimitri Kantemir de bu yüzden İstanbul’da yaşamaktaydı. İstanbul’da bulunduğu süre zarfında Patrikhane Akademisi’nde ve Enderun’da eğitim görür, on bir farklı dil öğrenir ve Türk müziğine akademik anlamda merak salar. 1693 senesinde babasının vefatı üzerine Voyvoda seçilir ancak Osmanlı’ya ödemesi gereken ‘peşkeş’i ödemeyince elinden bu görev alınır ve kardeşi Antiyoh Kantemir Voyvoda olur. Dimitri bu sırada hala Boğdan’dadır ve Eflak Beyi Şerban Kantakuzino’nun kızı Kassandra ile tanışır ve 1700 senesinde evlenir. İstanbul’a döner, kayınpederinin başlattığı saray inşaatını bitirme görevini de ister istemez üstlenir. 1709 senesinde gelişen olaylardan ötürü yeniden Voyvoda olur ama Osmanlı’ya bağlı bir yönetici olmaktansa kendi ülkesinin kralı olmayı istediği için, yaklaşan Osmanlı-Rus Prut Savaşı’nda Rusya’nın yanında olur. Ancak Rusların yenilmesini takiben başına gelecekleri sezerek 1711’de Rusya’ya kaçar ve 1723’te ölene kadar da orada kalır. Kantemirlerin aslen Tatar soyundan geldikleri, hatta Timur ile akraba oldukları, o yüzden Timur’un kanı anlamına gelen Kantemir aile adını kullandıkları söylenir. Dimitri Kantemir sonrasında Osmanlı Voyvoda sistemini kaldırarak Boğdan yönetimine Fener’in önde gelen ailelerinden yöneticiler atamaya başlar, bu kişilere ‘hospodar’ denilir.
Rehberimizin özel aldığı izin ve telefonla arayıp kapıyı açtırdığı Aya Yorgi Metokhion Kilisesi’ni Adanalı Ortodoks Sedat bey bize anlatıp gezdirdi. Kantemir Sarayı bahçesinde bulunan iki kiliseden ayakta kalmayı başarmış olanıdır (Diğeri Vlah Sarayı Kilisesi’dir ve harabe halindedir) ve 1132 senesinde inşa edilmiştir. 1640 senesinde yandıktan sonra Panaya Blakherna Kilisesi’ni de yeniden inşa ettiren Kürkçüler Loncası tarafından yeniden yaptırılır. 17. yüzyılda Kudüs Patriği Theophanes tarafından satın alınır ve Kudüs Patrikhanesi Metokhionu adını alır. Cemaatinin olmamasından dolayı ibadete kapalıdır ama her sene 23 Nisan’da açılır, dua edildikten sonra Büyükada’daki Aya Yorgi kilisesine ayine gidilir. Harap ve bakımsız diğer kiliseler gibi burası da 1050 senelik çınarın dallarının kırılıp düşmesi ve halen devletin ilaçlamasını beklediği yok olmaya yüz tutmuş diğer İstanbul tarihinden biri olarak kaderini beklemektedir.
Duygulanarak ayrıldığımız bu yerden sonra Fener’den Balata’a doğru Hızır Çavuş Sokak, Vodina Caddesi, Balat Çıfıt Çarşısı’ndan geçip eski eser müzayedelerinin arasından, artık kalkmaya yüz tutmuş lambalı radyoların tamir edildiği ve satıldığı Mehmet Amcanın dükkanından geçip tarihi Agora Meyhanesi’ne vardık. Agora kelimesi, Rumcada meydan demek. Hakikaten de bu meyhane küçük de olsa bir meydanda bulunuyor. Meyhaneyi 1890 yılında Kaptan Asteri açar. Kısa sürede de ünlenir. Bir kaç kuşak işletildikten sonra 90’larda el değiştirir. Şimdi yeni hali, özel Tekirdağ şarabı ve sobalı bahçesi ile hizmet veriyor.
Veeee güzel bir kültür turunu Balatkapı’da bitirdik. Kapının Bizans zamanındaki adı Vasiliki Pili. Hünkar Kapısı anlamına geliyor. İmparator ve ailesi Haliç tarafından deniz yolu ile Blakherna Sarayı’na gelmek istediklerinde bu kapıyı kullanırlarmış. Sonraki dönemlerde Port Palatina ya da Kynegoi olarak da adlandırlmıştır. Kapı 1894 yılında bir depremde yıkılmış.
Son sözümüzü de yazalım… “Bir yolculuğun en iyi ölçüsü kattettiğin kilometreler değil, yolculuk sırasında edindiğin arkadaşlardır” – Tim Cahill