443

Kağıthane- Okmeydanı Gezisi

Bugün kızımı Dünya Şampiyonasına hazırlandığı Türk Milli Takımı Münazara eğitimine bıraktım. Onu beklerken yöreyi tanımak en büyük zevkim. Bu vesile ile bu kez de hiçbir zaman gezmek için aklımın ucundan bile geçmeyecek Kağıthane-Okmeydanı güzergâhını geziyorum. Aslında buraların tarihi İstanbul'un tarihi kadar eskidir.

Bir yeri tanımanın en iyi yolu orayı adım adım dolaşmak. Sokakları adımlamak, tarihte yürümek gibidir. Nereye varacağı bilinmeyen sokakların akışına kendinizi bıraktığınızda neyle karşılaşacağınızı bilemezsiniz. Ama karşınıza çıkan şey muhakkak asırlar öncesinden süzülüp gelmiş olacaktır. Eğer ne aradığınızı biliyorsanız nereye gittiğinizi de biliyorsunuz demektir.

Haliç’in başlama noktasında bulunan Kağıthane, Kâğıthane ve Alibeyköy derelerinin buluştuğu alanı kapsıyor. Çok zengin ve renkli bir tarihi bölge. Özellikle Lale Devri’nde Sultan III. Ahmed’in saltanat yılları içindeki 1718-30 yılları arasında burada düzenlenen Sadabad Mesiresi eğlenceleri ile tanınmıştır.

Kağıthane’nin tarihinde çok önemli bir yeri olan “dekovil hattı”, yaklaşık 45 km. bir yolu ormanlar içinden geçerek Karadeniz kıyısındaki Ağaçlı Köyü’nde bulunan linyit kömürü ocaklarına ulaşmak için 1915’te yapılmış.

Birinci Dünya Savaşı yıllarının acımasız koşullarında kömürsüz kalan İstanbul, idarecilerin ileri görüşlülüğü sayesinde bu orman içi yolunu deneyerek dekovil hattıyla Ağaçlı linyit ocaklarına ulaşarak yakıt sorununu başarılı bir şekilde halledilmiş.

Kanuni Sultan Süleyman Kağıthane'nin mesiresini görünce çok beğenmiş, avlanmak ve dinlenmek için sık sık buraya gelmeye başlamış. II. Beyazıt döneminde yapılan Baruthaneyi kagir olarak yeniletmiş. Kağıthane, suyunun bol oluşu nedeniyle Kanuni ile hem bir mesire hem toplantı yeri hem de o döneme göre bir sanayi bölgesi olmuş.

Kağıthane tarihinin temel özelliği hep görkem olmuş. Bu görkemli geçmiş, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemi olan Lale Devri dönemini de kapsamıştır. 170’i aşan birbirinden zarif köşk ve güzel bahçelerle Kağıthane bir yazlık dinlenme sitesi haline gelmiş. Halkın kullandığı geniş mesire çayırlıklarıyla kuşatılan bu kasırlar topluluğu, Sadabad Sarayı ve bahçesiyle birleşerek Haliç’ten Kağıthane köyüne kadar birbirinden güzel bir dizi peyzajı içeren bir bahçe ve su şehri olmuş.

Sadabad viyadüğünün hemen altında bulunan Poligon Çeşmesi, Poligon Sarayı’nın çeşmesi olduğu için aynı adla anılan çeşme, ‘İttifak Çeşmesi’ olarak da biliniyor.

1915’te sarayın üç görevlisi tarafından kendi paralarıyla inşa edilmiş. Üzerindeki kitabeye de ‘Kaymakam Şekib Hakkı Bey’in Poligon müdüriyeti zamanında Yüzbaşı Rıza ve Mülâzim-ı Evvel Mehmed Halil Efendilerle, muhafız bölük kumandanlarından Lütfi Bey’in hizmet ve gayretleriyle Hazineye bâr olmaksızın inşa edilmiştir.’ diye yazılmış.

Diğer kitabesine ise ‘mutlu olarak yiyin ve için’ yazılı.

Neoklasik mimari örnekteki çeşmenin geniş bir saçağı, üzerinde soğan biçimli bir kubbesi var. Saçağının iki konsolu bulunmakta. Ön yüzü kemerli. Kemer koyu renk, altı ise beyaz renk taştan yapılmadır. İçinde süslü bir mermer aynası ile musluk ve kurnası bulunuyor.

1970’li yıllara kadar akmaya devam eden çeşme giderek süslemeleri ve kitabeleri sökülmüş. Şimdi yolun köşesinde yalnız ve kurumuş olarak duruyor.

Aziziye Camii (Sadabad Camii, Çağlayan Camii), Patrona Halil Hareketi’nde yıkılan camiyi Sultan III. Selim yeniden yaptırır. H. 1224’te ise Sultan II. Mahmud, Sadabad Sarayı ile camiyi de yeni baştan inşa ettirir.

Zamanın tahribatına uğrayan saray ve camiyi, bu defa Sultan Abdülaziz yeniden yaptırır. Lale Devri yıllarında yapılan Sadabad Camisi şimdiki formu Sultan Abdülaziz döneminden kalmadır. Günümüzde Aziziye Cami adıyla halen ayakta olan bu camii 1863’te saray baş mimarları Sarkis ve Agop Balyan Biraderlerin inşa ettiği camiidir. Camiinin kapısının üstünde Sultan Abdülaziz’ in tuğrası bulunmaktadır.

II. Mahmud’un bir testiye yaptığı top atışının hatırasına dikilen nişantaşı dikdörtgen mermer bloktan oluşmaktadır. Mermer bir kaideye oturan kitabenin üstünde yine mermerden yapılmış tuğra mevcuttur. ‘’Adil’’ vasfı konduğu için ‘’adili’’ tabir edilen tuğra, bu süslü taşın iki yüzünde de vardır. Tuğranın işlenmiş olduğu mermerin iki yanında mermer süs saksıları bulunmaktadır. Devrin taş işçiliğinin güzel bir örneğidir.

Kitabenin yazıları talik usulüyle (altı çeşit yazının dışında İran’da ortaya çıkan yazı türüne ta’lik denilmekte. Asılı asılmış” anlamına gelen talik yazıda hemen hemen tüm harfler birbiriyle birleşir ve birbirine asılı durumda gibidir. Ta’lik yazının en önemli özelliklerinden biri, eğri çizgiler. Yer yer incelip kalınlaşan harfler ve bağlantıları. Sadece İran ve Afganistan’da kullanılan bir yazı) kazınmıştır. 20 satır halinde 40 mısralıktır.

İstihkam Kışlası, Karakolhane Koğuşu, Zaptiye Karakolu, Süvari Karakolu gibi birçok isimli bu bina mesire alanının güvenliğinden sorumlu 66. Yeniçeri Ortası’nın kullandığı yerdir. Aynı zamanda atları da burada kalır. Başlangıçta iki aşamalı bir çatısı ve çatı katı mevcuttur. Haliç’e bakan yüzünde iki kapısı daha vardır. Fakat zaman içinde çatısı değiştirilmiş, tek katlı hale getirilerek söz konusu kapılar kapatılmıştır.

Bina, Sadabad Projesi ile elden geçirildikten sonra, proje ile alanda oluşturulması düşünülen küçük ve büyük fayton yollarında hizmet verecek atların barınması için kullanılması düşünülse de bu gerçekleştirilememiştir.

Birinci Sadabad Sarayı, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk büyükelçisi sayılan Mehmet Çelebi’nin Paris’ten getirttiği saray ve bahçe planlarından esinlenerek Kağıthane Deresi kenarına 1722’de yazlık saray olarak inşa ettirilir. Şark mimari unsurları ile kaynaştırılarak yapılan sarayla birlikte Cedvel-i Sîm isimli kanal, iki havuz, üzerinde seyir kameriyeleri ile iki çağlayan kaskad, Kasr-ı Neşat (Çadır Köşkü-Perdeli Köşk) ve çeşmenin yapımı sadece 60 günde tamamlanır ve şairler buraya ‘’mutluluk veren mâmur yer’’ anlamına gelen ‘’Sa’d-abad’’ ismini koyarlar.

Saray, 1730 Patrona Halil isyanında tahrip edilir. I. Mahmud, bir süre sonra sessiz sedasız tamir ettirir fakat kullanmaz. Zaman içinde giderek köhneleşen sarayı bu defa III. Selim, baş mimarı Krikor Amira Balyan’a onartıp kullanır.

II. Mahmud, sarayi yeniden yaptırtıp ünlü Sened-i İttifak’ı burada imzalar.

Yaklaşık 50 yıl ayakta kalan ikinci sarayın yerine bu defa Sultan Abdülaziz üçüncü sarayı yaptırır. Önündeki çağlayan kaskadlardan dolayı Çağlayan Sarayı denir.

Saray, 1917’de üç ay kadar Erkan-ı Harp Mektebi (Harp Akademisi) olarak kullanılır.

1917 sonrası öksüz-yetim kız çocukları için Çağlayan Dar-ül Eytamı (yetimhane) olarak hizmet vermeye başlar. Ünlü sanatçı Safiye Ayla da burada yetişir.

1928’lere kadar bu şekilde kullanılan bina, 1943’lerde tamiri masraflı olacağı gerekçesiyle yıktırılır.Dokuz yıl sonra 1952’de ise sarayın yerine İstihkam Okulu inşa edilir. 1990’a kadar Maliye ve Levazım Okulu olan bu bina 1998’den bu yana Kağıthane Belediye Binası olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Kağıthane Belediye Başkanlığı binasının hemen yanında yer alan Kağıthane Açık Hava Müzesi, 80 envanter belgesine kayıtlı toplam 141 parça tarihi eseri barındırmakta.

Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait bu eserler, yer yer hafriyat kamyonlarından üzerinden toplanmış, bazen inşaat temel kazılarında bulunmuş, bazen yol düzenleme ve alt yapı çalışmaları sırasında günışığına çıkarılmış.

Burada küçük bir kısmı sergilenen Çağlayan Kaskadlar, 1722’de Sadabad Sarayı ile Kağıthane Deresi üzerine inşa edilmiş. 1955’te yaşanan sel sırasında suyun tahliyesi için dinamit ile patlatılmış.

Sadabad Çağlayanı’nın önünde bulunan, Çeşme-i Nur, Çeşme-i Nevpeyda’’ ve ‘’Çeşme-i Pâkize’’de denilen bu çeşmeye III. Ahmet Çeşmesi de denmektedir.

İki yüzlü iki sebilli bir çeşmedir. Ön yüzünde ortada sivri, süslemeli bir kemer mevcut. Nişindeki ayna taşının üzerinde zemine çizilerek yapılmış bir kâse ve iki hurma ağacı figürü bulunmaktadır.

18. yüzyılda özellikle Lale Devri 1718-1730yılları arasında, Kâğıthane deresi güzel köşklerle, çiçek bahçeleriyle dolmuştur. Haliç’in sonundaki Kâğıthane deresinin yatağı değiştirilerek mermer kaplı bir kanal içine alınmış ve kanala Cedvel-i Sim = Gümüş Dere, Gümüş Cetvel, Gümüş Yol, Gümüş Kanal adı verilmiş. Kıyısına büyük ve süslü Sadabad Kasrı yapılmış. Çeşmeler, fıskiyeli havuzlar, lâle ve sümbül bahçeleriyle, çimenlikleriyle geniş seyir ve piknik yerleri düzenlenerek geniş ve güzel bahçeleriyle birer cennet köşesi olmuşlar. Bunlardan biri de Has Bahçe ve Kuğulu göl parkıdır.

“Kağıthane Kasr-ı Hümayunu”, “Kağıthane Kasrı”, “Karşı Köşk” de denilen Atiye Sultan sarayı, II. Mahmud’un kızı Atiye Sultan için Sultan Abdülaziz tarafından dönemin batı üslubu mimarisi ile kâgir olarak yaptırılmış.

Ortada Hünkâr Kasrı, sağında selamlık binası, solunda ise ortası avlulu mutfak binaları bulunmaktaymış. Mutfağın hemen yanında bir su değirmeni, hazne ve yan tarafında da iki katlı hizmetçiler dairesi varmış. Binaların önünde sekiz rakamını andıran biçimi ve ortasındaki fıskiyesiyle bir süs havuzu bulunmaktaymış.

Sultanın ölümünden sonra II. Abdülhamid şehzadeliğinin önemli bölümünü burada geçirmiş, Mithat Paşa ile tahta çıkma görüşmelerini bu sarayda yapmış, tahta buradan çıkmıştır.

Tahta çıkmadan üç ay kadar önce İstanbul’un, ansiklopedilere girecek kadar ünlü falcısı Kağıthane Köylü Afitap, Atiye Sultan Sarayı önündeki alanda şehzade Abdülhamid’in el falına bakar. “Üç ay sonra tahta çıkacaksın” der.

II. Abdülhamid tahta çıktıktan sonra Kağıthane’deki bütün mimari unsurlarla birlikte bu sarayı da tamir ettirir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidara geldiğinde, ekibin güçlü ismi Sadrazam Mahmut Şevket Paşa tarafından Atiye Sultan Sarayı binalarına el konularak, Küçük Zabit Mektebi yapılır.

Cumhuriyet döneminde ise binalar askeri hizmete açılır. 70. Piyade Alayı olarak kullanılan bina grubu 1970’lerde terkedilir, o tarihten sonra çevre sakinleri tarafından peyderpey yağmalanır ve tahrip edilir. Önündeki havuz, Tay ahırı ve Av Köşkü çeşitli zaman dilimleri içinde kaybolur.

2007’de başlayan restorasyon ile günümüzde Kağıthane Kaymakamlığı olarak kullanılmaktadır.

Bunun ön tarafında Yeni Çeşme ya da II. Abdülhamid Çeşmesi ilk olarak Kağıthane mesiresinin orta yerine Sadabad Camisinin yan tarafına II. Abdülhamid tarafından inşa ettirilmiştir.

Dört yüzlü, saçaklı bir çeşmedir. Saçak altları baklava dilimi süslerle bezelidir. Dört yanında da mermer aynaları vardır. Kitabesi Şair Fevzi tarafından hazırlanmış, yazısı ise Hattat Nuri tarafından yazılmış.

Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadesi Mehmet’in süt annesi Daye Hatun tarafından Kağıthane köyüne bir mescit, bir hamam ve bir de Daye Hatun Sıbyan Mektebi yaptırılır. Mescit, Daye Hatun Camii olarak halen ayaktadır ve kullanılmaktadır. Evliya Çelebi’nin ve Kağıthane yaşlılarının övgüyle bahsettiği hamam ne yazık ki; günümüze gelememiştir.

Daye Hatun Cami, Kağıthane Merkez Mahallesi Sadabad Caddesi yolu üzerinde. Kağıthane’nin ilk camisidir. Bu mescidi Kanuni Sultan Süleyman oğlu Şehzade Mehmet’in süt annesi Daye Hatun, hamam ve mektep ile birlikte 1531 yılında yaptırmıştır.

Yapının batı ucunda bulunan hazirede Daye Hatun’un mezarı ile camiye çeşitli dönemlerde imamlık etmiş şahısların ve ailelerinin mezarları bulunmaktadır.

Caminin avlusunda Sultan İbrahim’in silahtarı Yusuf Paşa’nın yaptırdığı çeşme Silahtar Yusuf Paşa Çeşmesi’dir. III. Mustafa ve III. Selim’in annesi Mihrişah Sultan tarafından tamir ettirilmiştir.

Kağıthane Köyü Karakolu, Tek katlı, dikdörtgen plan şemasına sahip olan bu yapı Sultan II. Abdülhamid döneminde Kağıthane Köyü’nde inşa edilmiştir. İstanbul’un İngilizler tarafından işgali sonrası Cumhuriyet Döneminden itibaren jandarma karakolu, 1970’ten sonra da polis karakolu olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yapı bugün Merkez Mahallesi’nde restorasyondadır.

Kâğıthane Merkez Mahallesi Eyüp Sultan Caddesi’ndeki yamacın eteğine 300 yıl önce kurulan Osmanlı döneminde Kâğıthane bölgesinin su ihtiyacını karşılayan tarihi su sarnıcı. Tek katlı taş yapı 6,5 metre yükseklikte ve 210 m2’lik alanı kapsıyor. Eyüp Sultan Caddesi’nin gerisinde Sadabad Sarayı’na ait sarnıç kalıntısını görebilirsiniz.

Eski Kağıthane deresi kıyısındaki ünlü yapılardan Çadır Köşkü’ne ait temel kalıntıları bulunuyor.

Humbarahane, Osmanlı Devleti’nde orduya topçu yetiştirmek için ilki Sultan I. Mahmud tarafından 1734 yılında açılan ve aralıklı olarak III. Selim zamanına kadar devam eden askerî okullara verilen ad.

Humbarahane, 1734’te Üsküdar’da Toptaşı’nda açılan askeri okuldur. Askerliğin bir uzmanlık dalı haline geldiği Avrupa ülkelerindeki okullar örnek alınarak kurulmuş. Kara ve deniz subayı yetiştirmek üzere Yeniçeri Ocağı’nın haseki ortalarıyla Boğaziçi bostancılarından seçilen adaylar okulun ilk öğrencileri olmuş. Humbaracı Ahmed Paşa’nın öncülüğünde kurulan okulda Pirizade Said Efendi de hendese (geometri) dersleri veriyormuş. Yeniçerilerin bu girişime karşı çıkması üzerine, Humbarahane mezun veremeden 1736’da kapanmış.

Sadrazam Koca Ragıp Paşa tarafından 1759’da Haliç’te açılan yeni okul, Osmanlı ordusunun subay gereksinimini karşılamaktan uzak olmakla birlikte, 1790’a değin hizmet vermiş. Ordunun eğitimi için Fransa ve İsveç’ten kurmay subay ve mühendisler getirten III. Selim 1792’de Humbarahane’nin Hasköy’de yeniden açılmasını buyurmuş. Sütlüce’deki lağımcı kışlası yeniden düzenlenerek Humbarahane’ye eğitim alanı olarak ayrılmış. 1795’te Mühendishane-i Berri-i Hümayun’un açılması üzerine Humbarahane kapatılmış.

Santral İstanbul içinde 1913 tarihli Silahtarağa Elektrik Santrali Silahtarağa mevkisinde, Kağıthane ve Alibey derelerinin buluşma noktasında kalır ve o dekovil hattı buradan itibaren başlar.

1914-1983yılları arasında İstanbul'a elektrik sağlayan ve Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk kent ölçekli elektrik santralı olan Silahtarağa Elektrik Santralı 2004 yılı mayıs ayında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından İstanbul Bilgi Üniversitesi'ne verilmiş ve Elektrik santralı kültür-sanat merkezine dönüşüm projesi olarak hayata geçirilmiş.

Başlarda tramvay sistemlerine elektrik sağlayan bu santral, kısa süre sonra şehrin Avrupa yakasının elektriğini de karşılamaya başlamış. 1926’da Arnavutköy-Vaniköy arasına denizaltı kablosu döşenmesiyle Anadolu yakasına da elektrik ulaştırılmış. Bu santral, 1952 yılına kadar İstanbul’un tek elektrik üretim merkezi olarak işlevine devam etmiş. 1970 yılında Türkiye Elektrik Kurumu’na devredildikten sonra parçaların zamanla tahrip olması ve veriminin düşmesi nedeniyle ömrünü tamamlamış ve 1983’te elektrik üretimi durdurulmuş.

Silahtarağa Santralı’nın karşısında bu yöreye adı verilen Silahtar Abdullah Ağa’nın 1791 tarihli çeşmesi var. Silahdar Seyyid Çeşmesi olarak da biliniyor. Haznesi tuğlayla örülü, yüzüyse tamamen mermer kaplı.

Eşimin sürekli benzin aldığı Petrol Ofisi akaryakıt istasyonu yanında ayakta duran benim “bu nedir?” diye baktığım kuleHamidiye Su Terazisi, Cendere Terfi İstasyonu’ndan 225 mm’lik borularla basılan suyu 300 mm’lik borularda yerçekimi kuvvetiyle 4000 metre mesafedeki Balmumcu Deposu’na ve oradan da Yıldız Sarayı’na pompalamaktadır.

Cendere Terfi İstasyonu ile kule arasındaki mesafe 2250 metredir. Şimdilerde Hamidiye Su Terazisi binalarla kuşatılmış durumdan kurtarılıp restorasyona alınmış.

Kırkçeşme Su Tesisleri İstanbul’u suya kavuştursa da nüfus kalabalıklaştıkça ihtiyaç artmış sonraki padişahlar döneminde de Belgrad Ormanları’na yeni bentler inşa edilip şebekeye takviyeler yapılmaya devam edilmiş. Bunların içinde I. Mahmud döneminde bölgeye su dağıtımı için yapılan Taksim maksemini ve Hamidiye tesislerini sayabiliriz. Sultan II. Abdülhamit’in talimatıyla, Kemerburgaz civarındaki 60 kadar kaynağın toplanıp Taksim’e ulaştırılmasıyla kurulan sistem, 1979 yılına kadar borular ile su taşımaya devam etmiş. Bu tarihten sonra ticarileştirilen tesis, günümüzde Hamidiye Kaynak Suyu olarak hizmet vermeyi sürdürüyor.

Yıllardır boş duran mekanların kamuya açılmasını mutlulukla izliyorum.

100 yılı geride bırakan endüstri mirası Cendere Pompa İstasyonu. Kentin ana su hattı olan Taksim suyu tesislerinin artan ihtiyacı karşılayamaması nedeniyle II. Abdülhamit tarafından 1902 yılında inşa ettirilmiş.

Beşiktaş Yıldız Sarayı’na kadar uzanan yol üzerindeki tüm semtlere dağıtımının sağlandığı Cendere Su İstasyonu’ndan şehirdeki yaklaşık 100 çeşmeye günde 1200 metreküp suyun pompalandığı biliniyor.

33 metre yüksekliğindeki tuğla bacasını kaybetse de, elektrikli sisteme geçilmesinin ardından bazı iç mekân alanlarında değişime uğrasa da günümüze özgün dokusunu büyük oranda koruyarak ulaşmayı başarmış.

Bahçesindeki 400 yıllık tarihi çınar ağacı, eski dönem esintisiyle Cendere Pompa İstasyonu’nun yapıldığı dönemin ruhunu hissettiriyor.

Okmeydanı’nda gezilecek yer mi olur” demeyin :)

Okmeydanı’nın farklı yerlerinde define arar gibi arayacağınız birçok nişan taşı ve semte yakın olan turistik mekanları ile işte size Okmeydanı Gezi Rehberi!

Okmeydanı 1960’lara kadar açıklık ve yeşillik alanlarken, sonra hızlı şehirleşme süreci içinde hızla apartmanlaşmış bölge olmuştur.

Okmeydanı Darülaceze, bir zamanlar şehirden uzak açık ve yeşillik alanlar için burada inşa edilmiş.

Darülaceze’nin yanındaki hastane eskiden Bulgar Hastanesi’ydi.

Karşısında Türkiye’de yapılmış ilk ulusal anıt Abide-i Hürriyet var. 1909’da bunun yapılması için yarışma açılmış ve Mimar Muzaffer Bey’in projesi kazanmış. Anıt 31 Mart’ta ölenler için yaptırılmış. Ayrıca Mahmut Şevket Paşa ile yanında can veren iki yaverinin, Mithat Paşa’nın ve Nazizmin iktidar olduğu yıllarda kemikleri Berlin’den getirilen Talat Paşa’nın mezarları anıtın altında üçgen biçimindeki camidedir.

Ok atmak, askeri Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli bir uğraşıydı. Şehrin kuzeydeki bu boş alan okçuluk için ideal bir yerdi. Okun askeri nemi azaldıktan sonra da spor olarak devam etti. Sert yayları gererek oku mümkün olduğu kadar uzağa göndermek bu sporda girişilen başlıca yarışlardan biriydi. Kırılan rekorları gösteren ve ebedileştiren nişan taşları konuldu. Okmeydanı bu dehşet rekorları kıran güçlü kemankeşlerin nişan taşları ile doluydu. Şimdi bunlar yükselen binaların arasından toplanıp Okmeydanı Okçular Tekkesi Müzesi’ne toplandı.

Eşimin bir süre merak sardığı, spor olarak yaptığı ve düzenli gittiği Okçular Tekkesi’ndeyim. Ok, yay dünyanın en eski, Türklerin de kadim silahları. Hunlardan Göktürklere, Göktürklerden Selçuklulara, Selçuklulardan Osmanlı'ya miras kalan okçuluk. Türklerde 5 bin yıllık bir geleneği olan okçuluk, ilk kez Fatih Sultan Mehmet zamanında başlanmış.

Nişan ya da menzil taşı şöyle dikilirmiş: “Daha önce dikilmiş bir nişan taşını aşarak ondan daha uzağa atarak rekor kırmaya menzil almak ya da menzil bozmak denir. Bunun arkasından okun saplandığı yer biraz kazılıp çakıl doldurularak işaretlenir ve altı ay içinde taşı dikilir. Taşın bir ziyafetle diktirilmesi ve bu törende rekor sahibinin, olanakları ölçüsünde hediyeler dağıtması gelenektir. “

Sultan II. Mahmut’un 1215,5 gezlik (1 gez 66 cm) atış yaptığı yere dikilen sütun. Dört köşe gövdeli taşın tepesi Barok üslubunda. Kitabesiz olup celi ta’lik ile yazılmış.

Mehmed Ali Bey'in Menzil Taşı

Mehmed Ali Bey, Sultan II. Mahmud’dan izin alarak 18 Eylül 1835’te yıldız havasıyla attığı Silahtar Mehmed Pasa menzilinde 1092,5 gezlik (1 gez 66 cm) rekorunun anısına bu taşı diktirmiş.

Menzil yarışmaları ve menzil bozma atışları havanın durumuna göre yapılmaktaymış. Atıcı hangi hava ile atmak istiyorsa, o havanın estiği günlerde atmak istediği menzil üzerinde çalışırmış. Atış yapılacağı zaman, rüzgârı arkaya alıp ve rüzgârın estiği yöne doğru atış yaparmış. Rüzgârın yönünü belirlemek için, havaya ipek mendil atılır, rüzgâr mendili estiği yöne doğru götürür ve bu şekilde rüzgârın yönünün belirlenmesine “Dökül” denilirmiş. İstanbul Ok Meydanı’nda atış yapılacak rüzgâr yönleri şöyleymiş: Yıldız, Poyraz, Gündoğusu, Keşişleme, Kıble, Lodos, Batı ve Karayel.

Mehmet Pasa Menzil Taşı

1730 yılında I. Mahmut saltanatında üç ay sadrazamlık yapmış Silahtar Mehmet Pasa yıldız havasıyla 1087,5 gez ok atarak Silahtar Mehmed Pasa menzilini açmış. Bu menzile Sultan II. Ahmed’in emriyle “izn-i Humayunum” olmadıkça başkası atmasın şartı konulmuş.

Izn-i Humayunum; padişah'ın izni demek. Osmanlı’da padişah ile ilgili olan her şeyin sonuna hümayun geliyor. Otağ-ı hümayun, hattı hümayun, sefer-i hümayun gibi…

Nafizi Mustafa Efendi’nin Menzil Tasi

Mustafa Ağa, Nafizi adıyla tanınan Çiçekçibaşı Tophaneli Hafız’ın oğludur. III. Mustafa döneminde Enderun’da görev yaparken silahşörlüğe yükselmiş. 1178’de lodos havasında 1072,5 gezlik rekorunu kırmış. 1798’de izn-i humayunla Seyhu’l Meydan (meydan okuma) olmuş. Sonrasında Bosna’ya gitmiş ve orada vefat etmiş.

Kemankeşler için artık hedef meydan okuyarak daha önce dikilen bir menzil taşını geçerek rekor kırmaktır. Kemankeşin atış yapacağı menzil taşının ilerisine çakıl taşlarından bir işaret çukuru açılır ve atış esnasında iki şahit burada hazır bekler. Havacı denilen diğer iki şahit de atıcının yanında yer alır. 4 kişinin şahitliğinde başarılı olan menzil atışı sonrası yeni menzil taşı ortalama 6 ay içinde dikilir. Son rekoru kıran kişiye ait menzil taşı o menzilin baş taşı kabul edilir.

Feyzi Bey’in Menzil Taşı

Gül Ahmed’in oğlu olan Feyzi Bey çuhadarlık (çuhadan yapılmış bir elbise giydikleri için veya Padişahın giyeceklerini muhafaza edip taşıdıkları için bu adla anılmışlardır.), kapıcıbaşılık (saray kapıcılarının âmiri ve büyük zâbiti hakkında kullanılan bir tâbirdir. Devlet merkezine herhangi bir devletin elçisi geldiği zaman bunun saraya gelişinde, kapıcıbaşılardan ikisi ona evvelâ divana götürürler ve sonra da kollarına girip kendisini arz odasında padişahın huzuruna çıkarırlar), sipahi ağalığı (Osmanlı ordusunun ağır süvari sınıfı askeri. Tımar sahibi olan tımarlı sipahiler ve Kapıkulu Ocağı'na bağlı kapıkulu sipahileri olmak üzere ikiye ayrılır.) ve imrahor-i sanilik (Osmanlı İmparatorluğu'nda padişahın atlarına bakmakla görevli olan saray görevlisi.) görevlerinde bulunmuş. Poyraz havasında atılan Selim Ağa menzilinde 1080 gezle rekor kırarak bu taşı diktirmiş.Okmeydanı Cad. kesişiminde bulunan evin bahçesinden alınıp buraya getirilen taş, burmalı cel’i talikle yazılmış kitabesi olup 1763 tarihli nişan taşıdır.

Hacı Beşir Ağa'nın Menzil Taşları

Kitabesi celi sülüsle yazılmıştır, 1758 tarihlidir. Celi hatlar (hat sanatında her cins yazının iri yazılan şekline verilen ad). Menzil taşı için şairler tarafından yazılan kitabeleri, hattatlar yazının en güzel sanatına çevirir ve bu sanat taş ustaları tarafından menzil taşlarına işlenir.

III. Mustafa devri meşhur kemankeşlerinden Hacı Beşir Ağa’nın H. 1177 (m. 1764) tarihinde 944,5 gezlik atışıyla açtığı bu menzile dikilen taş, aynı zamanda namazgâh taşı.

Genelde camilerde, bina girişlerindeki büyük levhalarda vs. kullanılan celî sülüs yazı uzaktan rahatlıkla okunur. Genellikle ağzı 3-4 mm genişlikte kamış kalemle yazılır. Sülüs harflerinin gözleri, ağızları, başları, daha mürekkep şekiller almış. Düz ve eğri çizgiler sülüs bünyesinin ana unsurlar.

Miralem Ahmed Ağa’ya ait olduğu düşünülen Menzil Taşı

Ahmed Ağa Kanunu Sultan Süleyman Devri ünlü okçularından. Birçok şehirde menzil atmış ve taş diktirmiş. Zamanın Tozkoparan’ı olarak isimlendirilen Ahmed Ağa’nın bu taşı 1271 gezlik bir başarı sonrasında dikilmiş. Taşın ünlü okçu Tozkoparan’a ait görüşler bulunsa da taşın üzerinde bulunan tarih 1538’de vefat ettiği düşünülen Tozkoparan İskender’in vefat tarihi ile uyuşmamakta.

Gün çok uzun oldu ama, yeni şeyler görmenin ve öğrenmenin keyfi ile geçti. Bir kez daha, İstanbul’un ne mucizevi bir şehir olduğunu, keşfedilecek daha ne çok yeri ve hikayesi olduğunu düşündüm…

Bu yazımda da kullandığım kaynaklar:

İstanbul Nasıl Gezilir-Haldun Hürel

İstanbul Gezi Rehberi-Murat Belge

Taşların Dilinden İstanbul-Sami Bayraktar

İstanbul'da Gezinmek-Hilary Summer-Boyd & John Freely

Mustafa Cambaz

Turan Akıncı

Kültür Envanteri

Büyücü

Belediye web siteleri yazıları çok teşekkür ederim.