Şehrin Hafızasındaki Sergiler ile Üç Ayaklı Kedi’nin İzinde Sanatın İzleri
Şehrin Hafızasındaki Sergiler ile Üç Ayaklı Kedi’nin İzinde Sanatın İzleri…
Bu pazar, “Aman işler bitsin, dersler biraz azalsın” derken bir baktık ki, “aile günü” diye bir kavram hâlâ varmış! Uzun zamandır işten, okuldan, hastalıktan, düğünden, havadan (evet, havadan bile!) fırsat bulamadığımız birliktelik için dedik ki: Hadi, bu sefer gerçekten yapalım!
Üstelik bahanemiz de fena değil: Bienal! Gezme var, yemek var, sanat var… Yani “herkesin gönlü olsun” paketi!
Bu seneki Bienal’in teması ise tam bizlik: “Üç Ayaklı Kedi.”
Kedi hem aksak hem zarif yürüyormuş — biz de öyleyiz zaten.
Bienal, Fransızca “her bir diğer yıl” anlamına gelen ve iki yılda bir düzenlenen etkinliklere verilen addır. Bu yılki Bienal üç yıla yayılıyor ve ilk ayağı “kendini koruma” ile “gelecek olasılıkları” temalarını kapsıyor.
Küratör Christine Tohmé yapıyı şöyle tanımlıyor: “Üç ayağı üzerinde 2025’ten 2027’ye uzanan 18. İstanbul Bienali, her yönüyle bir kediyi andırıyor. Zaman içinde esneyerek ayaklarını yere basıyor; sohbetlerden, egzersizlerden ve aralıksız haber akışından beslenen bir ritmi benimsiyor.”
Rotamız: Beyoğlu–Karaköy Hattı
Bir yanda sanat, bir yanda mekân, bir yanda sergiler… Bizim rotamız biraz karışık oldu.Yolda, sadece sergiler için açılmış mekânları görme şansını da yakaladık.
Sergiler olmasa bu mekânları asla göremeyeceğiz. Daha önce önünden geçip “keşke içeri bakabilsem” dediğimiz, ama kapısından bile giremediğimiz o kıymetli yerler var ya… İşte şimdi sergiler sayesinde o kapılar açılıyor. İçeri girip hikâyelerini, atmosferlerini, ruhlarını yakından hissedebiliyoruz.
Bunlardan biri de Pangaltı’daki Protestan ve Katolik Mezarlıkları karşısındaki Feriköy Latin Katolik Mezarlığı ve elbette Feriköy’e adını veren Ferry Ailesi hikâyesi…
Ferry’ler, 18. yüzyıl başında Toulouse’lu bir Fransız ailesi. Gemi acenteliğinden makine, seramik, kumaş, sandalye ihracatına kadar geniş bir alanda faaliyet göstermişler. Katolik Ferry’ler İstanbul’a gelip “Ferry et Fils” adlı bir şirket kuruyorlar. Ailenin reisi Pierre Ferry, Aya Stefanos’ta (bugünkü Yeşilköy) bir ev satın alıyor.
Tanzimat devrinde Fransa ile ilişkiler düzelince Pierre, Pera’ya çok uzak olmayan bir köyde av köşkü satın alıyor. Böylece halk arasında “Ferry’lerin Köyü” olarak anılan bu bölge zamanla Feriköy adını alıyor.
Osmanlı ticaretine katkılarından dolayı aileye 1912’de “iftihar nişanı” veriliyor. Ancak 1942’de Varlık Vergisi’nde yaşadıkları zorluklar nedeniyle Avustralya’ya göç ediyorlar.
Feriköy Protestan Mezarlığında, Meyer saat markasının ustalarından Johann, Emil ve Wolfgang Meyer; sanat tarihçisi Ernest Mamboury; İngiliz diplomat William Churchill gibi isimler yatıyor.
Abdülmecid, 1857’de İstanbul’daki Katolikler için bu mezarlığı tahsis etmiş.
Modern itfaiyenin kurucusu Ödön Széchenyi, ressam Kálmán Beszédes, iş insanı József Ürményházi ve Cizvit papazı Janos Vendel de burada defnedilmiş.
Güney duvarında, Çanakkale Savaşı’nda ölen Macar askerleri için bir kitabe bulunuyor.
Burada Mustafa Seven’in MEMENTO: Mermere Kazınmış Latin İstanbul adlı sergisi yer alıyor. Seven, unutulmaya yüz tutmuş azınlıkların — Levanten, Süryani, Keldani topluluklarının — izlerini görünür kılıyor.
Bienalin Beyoğlu’ndaki durağı İstiklal Caddesi’nin tam kalbinde, Osmanlı ve Avrupa mimari unsurlarını harmanlayan eklektik cephesiyle hemen göze çarpan Mimar Konstandinos Kiryakidis - A.H. Ayverdi’nin yaptığı Elhamra Han. Altı katlı bu ikonik yapı, Binanın yerinde, ilk olarak, 1827 yılında Guistiniani Barthelmy adlı bir Cenevizlinin yaptırdığı Fransız Tiyatrosu bulunuyordu. Fransız Tiyatrosu ve Billur Saray adlı eğlence mekânı, tam karşılarındaki Concorde Tiyatrosu kapatılıp yerine St. Antoine Kilisesi yapılıncaya kadar faaliyet gösterdi. Bina 1920’de Arapzade Said bey tarafından satın alınıp onarıma sokulur. İstiklal caddesinde Oryantalist etkiler taşıyan tek bina. Han içindeki sinema Cumhuriyet ile yaşıt.
Atatürk’ün tercih ettiği Elhamra Sineması, Charlie Chaplin’in ünlü “Asri Zamanlar” filminin İstanbul’da ilk gösterildiği salondur. 1936 yılında adı Sakarya Sineması olarak değiştirildi. Ancak 1944 yılında eski adına kavuştu. 1958 yılında İstanbul Opereti olarak yeniden faaliyete geçti ve 1970’li yıllara kadar faaliyetini sürdürdü. Binanın bulunduğu yerde, 1827 yılında bir Fransız tiyatrosu vardı. Binaya 1861 yılında o dönemlerde moda olan bir balo salonu ilave edildi. Tiyatro “Palais de Cristal” adı altında yıllarca hizmet verdi. 1906 yılında faaliyetini durduran tiyatro 1920 yılında yıktırıldı. 1923 yılında sinema ve pasaj olarak yeniden yaptırıldı ve Elhamra Sineması adı ile faaliyete geçti.
Bugün Elhamra Han’ın zemin katında mağazalar var, üst katlar ise ağırlıklı olarak ofis olarak kullanılıyor.
Burada sergilenen sanatçılar:Mona Benyamin, Şafak Şule Kemancı (dalları camlardan taşan bu büyük hibrit form, bitki, hayvan ve insan bedenleri arasında sürekli değişen bir ilişkisellik kuran anıtsal çiçek heykeli), Jagdeep Raina (iş, kadın figürleriyle örülü duygusal ve politik bir anlatıyı keşmir dokuma teknikleriyle diasporik hafızayla sunduğu “Barışı Düşleyeceğim”), Riar Rizaldi, Lara Saab, Natasha Tontey (Minahasa kültüründen yola çıkarak genç kadınların yetişkinliğe geçişini, ritüeller ve mitolojik çağrışımlarını işlediği “Alevlerin Arasındaki Bahçe” videosu), Sevil Tunaboylu.
Yine yıllardır arada terk edilmiş, hayalet gibi duran kiliselerden biri, bir sergi sayesinde ilk defa açıldı. Beyoğlu’na gelmişken görmek gerek. Mekânların sergiler için açılması sanırım ilk Bienaller sayesinde oldu. Özellikle 2000’li yıllardan itibaren İstanbul’daki bienaller ve çağdaş sanat etkinlikleri, kullanılmayan veya terkedilmiş mekânları sanatla buluşturma konusunda çok önemli bir rol oynadı. Bu tür uygulamalar, mekânların sanatsal etkinliklerle yeniden hayat bulmasını sağladı.
Surp Yerrortutyun Kilisesi’nin yeniden açılması da bu geleneğin bir parçası oldu; terkedilmiş mekânların kültürel ve sanatsal yaşamın içine tekrar girmesine vesile oldu.
Kilisenin tarihi 16. yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanıyor. Avusturyalı dört rahip tarafından ahşap olarak inşa edilmiş, 1762’de çıkan bir yangında büyük zarar görmüş. Yeniden inşa edilmiş, ama 1831’de bir yangın daha geçirmiş ve 1836’da tekrar açılmış. 1857 yılında Katolik Ermeniler tarafından satın alınmış ve bugünkü adını almış.
1915 olaylarının ardından cemaati azalan kilise, uzun yıllar sessiz kalmış. İşte bu tür projeler hem sanatın mekânla buluşmasını sağlıyor hem de mekânın tarihsel dokusunu koruyarak yeniden işlev kazanmasına olanak tanıyor. Ve tabii bizleri de bu sürecin içine dahil ediyor.
İçerde Erdoğan Zümrütoğlu’nun Ece Ayhan’ın 1970 tarihli Meçhul Öğrenci Anıtı şiirine hem görsel bir yanıt hem de bir saygı duruşu niteliği taşıyan,2018-2023yılları boyunca ürettiği tuval işleri ve heykellerden oluşan “Meçhul Öğrenci Anıtı için Modüller” sergisi bulunuyor.
İstiklal’den Postacı Sokağı’ndan aşağı inerken, Dutch Chapel, Fransız St. Louis Şapeli, Glavani ve Ravouna apartmanları, Terra Santa Manastırı derken Tomtom Mahallesi’ne ulaşıyoruz.
Yolda Pirinççi İbrahim Efendi Çeşmesi’ni, tarihi Palazzo di Venezia’yı, İtalyan Lisesi’ni, Tomtom Kırmızı Bina’yı görüyoruz.
Beyoğlu-Karaköy arasında bir diğer ilginç durak da Eski Fransız Yetimhanesi Bahçesi. Sultan Abdülaziz, 1869’da dört katlı bir konağın bulunduğu bu araziyi Aziz Vincent de Paul’ün Yardımsever Kızları cemiyetine, yetimhane olarak kullanılması şartıyla tahsis etmiş. Aynı yıl Saint-Joseph Fransız Yetimhanesi, bitişiğindeki Saint Eugène ilkokulu ile birlikte kapılarını açmış. Her iki kurum da 1937’ye kadar faaliyet göstermiş.
Zamanla yapının durumu bozulmuş ve mülkiyetle ilgili uluslararası hukuki anlaşmazlıklar çözülmeyince bina 2022’de Beyoğlu Belediyesi’ne geçmiş. Ama bahçe yıllar içinde bostanı, kuyuları, terasları ve akan su kaynaklarıyla neredeyse hiç değişmeden kalmış. Bugün burası “Tophane Mekân” adıyla kamusal bir alan olarak işlev görüyor.
Bienalde buraya uğradığınızda, sadece sanatın değil, tarih ve doğanın da içinde olduğunuzu hissediyorsunuz; mekanın kendisi adeta bir deneyim alanı gibi.
Sanatçı, Khalil Rabah kariyeri boyunca toprak mücadelesine, tehcire ve egemen tarih anlatılarının sorgulanmasına yönelik sürdüğü ilginin bir uzantısı olan eserini görebilirsiniz.
Tophane Çeşmesi’nden kıyıya doğru yürürken, Karaköy’de, uzun bir aradan sonra yeniden gün yüzüne çıkan bir yer var: Zihni Han. Bina, 1930’da bir gemi acenteliğinin merkezi olarak yapılmış, sonra 1973’te elden geçirilmiş. Beş katlı, sade bir ticari yapı ama Tophane’nin o tarihi rıhtımıyla buluştuğunda bambaşka bir havaya bürünüyor.
Bienalde Zihni Han’da işleri biraz farklı bir şekilde deneyimlemek mümkün; mekânın kendisiyle bütünleşen işler var.
Burada bulunan Sanatçılar: Abdullah Al Saadi (Körfez’de gündelik yaşamın bir parçası olan geleneksel sandaletler “Taş Sandaletler”), Willy Aractingi, Karimah Ashadu, Chen Ching-Yuan, Ian Davis, Celina Eceiza, Pélagie Gbaguidi, Rafik Greiss (nefes, hareket ve tekrara odaklanan “En Uzun Uyku”), Jasleen Kaur, Valentin Noujaïm, Marwan Rechmaoui (çatışma düzenleri üzerinden bir mercek olarak kullandığı “Güneşi Kovalamak yerleştirmesi), Stéphanie Saadé, Sara Sadik, Sohail Salem (Filistin’de süregelen soykırım sırasında Deyr el-Belah’a yerleşmek zorunda kalan sanatçı, üretimini burada UNRWA tarafından dağıtılan okul defterlerine çizdiği resimli günlükleri “ Gazze Günlükleri”), Elif Saydam (hem bir davet hem de bir reddediş, hem sıcak bir karşılama hem de dışlanma hissi yaratan “Misafirperverlik”), Selma Selman.
Tophane Çeşmesi’nden kıyıya doğru yürürken, Karaköy’de, uzun bir aradan sonra yeniden gün yüzüne çıkan bir yer var: Zihni Han. Bina, 1930’da bir gemi acenteliğinin merkezi olarak yapılmış, sonra 1973’te elden geçirilmiş. Beş katlı, sade bir ticari yapı ama Tophane’nin o tarihi rıhtımıyla buluştuğunda bambaşka bir havaya bürünüyor.
Bienalde Zihni Han’da işleri biraz farklı bir şekilde deneyimlemek mümkün; mekânın kendisiyle bütünleşen işler var.
Zihni Han’a çok yakın bir noktada bir başka tarihi yapı daha var: Muradiye Han.
Şarap eskiden İstanbul’a fıçılar içinde Erdek’ten, Foça’dan, Bozcaada’dan, gemilerle gelir, Galata’nın “Şarap İskelesi” adını taşıyan noktasında karaya indirilir, oradan da meyhanelere taşınırmış. Osmanlı döneminde bütün meyhanelerin bağlı olduğu ve içkiden alınan vergilerin tahsil edildiği maliye dairesi olan “Hamr Emaneti” de Şarap İskelesi’nin yakınlarında imiş.
Bu tarihi iskele Galata’ya modern bir rıhtım yapılırken, yani 1895’lerde kullanımdan çıkarılmış. Ancak Kemankeş Caddesi ile Mumhane Caddesi arasında yer alan ve doğrudan iskeleye açılan sokak, bugün hâlâ “Şarap İskelesi Sokak” adını taşıyor.
Galata Şarap İskelesi Sokağı'ndaki Muradiye Han Karaköy’ün o eski dokusunun içinde, 20. yüzyıl başlarından kalma oldukça etkileyici bir bina. Muradiye Han, klasik Osmanlı mimari üslubunu Avrupa akademik tasarım anlayışıyla birleştiren Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın öncülerinden M. Vedat Tek tarafından bir ticarethane olarak tasarlanmış. 1914’te tamamlandığında “Sabit Bey Han” olarak anılıyormuş ve Karaköy’ün ticaret hayatında epey önemli bir rol oynamış.
Sonra işler biraz değişmiş; Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İstanbul işgal ediliyor ve bina Fransız askeri güçleri tarafından kullanılmış. O dönemden sonra da Muradiye Karakolu olarak anılmaya başlamış.
Bienal açısından düşününce, bu tür tarihi binalar sadece sanat eserlerinin sergilendiği mekanlar olmaktan öteye geçiyor; mekânın kendisi, sanatçıların işlerini daha da anlamlı kılıyor.
İçeride Sanatçı Ana Alenso’nun eserlerini görebilirsiniz.
Muradiye Han’ın tam karşısında, bienal rotasının bir diğer durağı olan Galeri 77 var. Burası da Karaköy’ün tarih kokan binalarından biri; 1895’te inşa edilmiş ve eskiden şehrin Rum cemaatine ait bir şarap deposu olarak kullanılıyormuş. 1930’lara gelindiğinde ise Türk tarım kooperatifi Tariş’in Üzüm Birliği’nin şarap deposu olmuş. Hatta sokağın ilerisindeki rıhtım, Ege’den gelen şarap fıçılarıyla dolup taşarmış; o zamanlar şarap ticareti için çok önemli bir merkezmiş. Bugün hâlâ buraya Galata Şarap İskelesi Sokak deniyor.
Yakın zamanda tadilat gören bina, 2012’de açılan Galeri 77’ye ev sahipliği yapıyor. Bienal kapsamında burası da sanatçılardan bazılarını ağırlıyor; mekânın eski deposu havası, sergilenen işler için ayrı bir karakter kazandırıyor. Sanatla tarih birbirine karışıyor ve sanki hem geçmişi hem bugünü hissedebiliyorsunuz.
Görebileceğiniz Sanatçılar: Haig Aivazian, Ola Hassanain, Mona Marzouk, Dilek Winchester.
Yine aynı civarda, Karaköy’ün arka sokaklarına gizlenmiş bir diğer mekân da Külah Fabrikası. Eskiden şekerleme ve dondurma külahı üretilen bu iki katlı, yüksek tavanlı bina, 18. İstanbul Bienali’nde sanat için yeniden kapılarını açıyor. Binaya girerken grafitilerle kaplı ham tuğla cephe ve ağır demir kapılar hemen dikkatimizi çekiyor; burası tam anlamıyla eski fabrika havasını koruyor.
Son yıllarda mekân farklı kültürel deneyimlere ev sahipliği yapmış: Zanaatçı pazarları, sergiler, sonra bir yerel müzik grubunun stüdyosu ve konser alanı olarak kullanılmış. Karaköy’de, soylulaşmanın ve ticarileşmenin hızla yaşandığı bir semtte, bu eski fabrika şimdi sanat ve kültürel etkileşim için canlı bir alan hâline gelmiş. Bienalde buraya uğradığınızda hem mekânın tarihini hem de sanatçıların işleriyle kurduğu diyaloğu hissedebiliyorsunuz.
İçerideki Sanatçılar: Doruntina Kastrati, Claudia Pagès Rabal.
İstanbul’un çok kültürlü geçmişinin tanıklarından biri olan Galata Rum Okulu, ilk olarak 1885’te hayırsever Eleni Zarifi’nin bağışıyla eklektik neoklasik üslupta inşa edildi. 1910’da kapılarını açan okul, 1988’de kapanana kadar Galata’nın Rum cemaatinden pek çok öğrenci yetiştirmiş. Rum nüfusun özellikle 1960’lardan bu yana hızla azalmasını takiben 1988’de kapanmış, daha sonra tekrar açılsa da yeterli sayıda öğrenciye ulaşamayarak 2007’de eğitim faaliyetlerine tekrar son vermek zorunda kalmış. 2015’ten bu yana eğitimle değil, sanatla nefes alıyor.
Bu yılki İstanbul Bienali kapsamında sergilenen sanatçılar: Nolan Oswald Dennis (üzeri deniz kabuklarıyla kaplı büyük, siyah bir küre formundan oluşan “Kesilen Nefes Modeli” heykel), İpek Duben (tüketim kültürüne ve aşırdıklarına yönelik muzip ve incelikli eleştirisini somutlaştıran “Cennetin Çocukları II, III, IV”), Ali Eyal, Simone Fattal (Sümer destanı Gılgamış’a, Arap destanı Sira’ya ve diğer yakındoğu destanlarına gönderme yapan “Savaşçılar” heykeli), Lou Fauroux (genç yaşta kaybettiği kız kardeşinden ilham alıyor ve ona bir ağıt niteliğinde adadigi 2023 tarihli video yerleştirmesi “İlgili Makama: Hennessy Kadeşimde Gözyaşı Olacak”), Lungiswa Gqunta (süreksizlik, çöküş ve hafızanın izlerini taşıyan, postorganik formlardan oluşan labirentimsi eseri “Kaybolanı Bir Araya Getir”), Kongkee, Seta Manoukian, Merve Mepa, Naomi Rincón-Gallardo, Ana Vaz, Akram Zaatari (Türkiye, İran ve Balkanlar’da halen yaygın olarak icra edilen yağlı güreş karşılaşmalarının tasvir edildiği “Zeytin Yeşil”), Ayman Zedani.
Okuldan çıkınca yürürken Saint Benoit Fransız Lisesi’nde 212 Photography Istanbul kapsamında yer alan “Floral Düşler” sergisini gördüm. Okulun bahçesinde yer alan Saint Benoit Kilisesi, İstanbul’un hala kullanımda olan en eski Katolik kilisesidir. Uzun zamandır okulun kilisesini görmek istiyordum. Fırsatı kaçırmak istemedim ve araya burayı da sıkıştırdım.
Osmanlı Dönemi’nde açılmış ve ülkemizin en eski tarihli batılı eğitim kurumudur. 400 yıllık tarihe sahip.
Bizans mimarisiyle inşa edilen ve Benedikten Cizvit Rahipleri’nin yönettiği Saint Benoît, çevrenin fakir çocuklarının eğitim gördüğü bir okul olarak kurulmuş.
Hem kilise hem de bir okul olan sıralarından Halit Akçatepe, Mehmet Güleryüz, Serra Yılmaz, Tarık Zafer Tunaya, Vedat Günyol, Rıfat Bali, Tilbe Saran gibi isimler de geçmiş.
Ve günün son durağı olan Fındıklı’ya doğru Meclis-i Mebusan Caddesi 35 numarada bir bina var; bu yıl zemin katı yeniden sanat için açılıyor ve bienal mekânlarından biri oluyor. 1983’te inşa edilmiş bu bina, Türk sanayi şirketi Borusan’a ait. İlginç bir geçmişi de var;2013-2019arasında, şehirlerin geleceğini tasarlamaya yönelik küresel bir kent laboratuvarı ağı olan Studio-X’in İstanbul ayağı burada çalışmış. Yani bina bir dönem boyunca şehircilik, mimarlık ve politika ekseninde etkinlikler, araştırmalar ve konferanslara ev sahipliği yapmış.
Burada bulunan Sanatçılar: Eva Fàbregas, Pilar Quinteros, VASKOS (Vassilis Noulas & Kostas Tzimoulis).
Bir pazar günü diye çıktığımız yol, bizi İstanbul’un hem geçmişine hem geleceğine götürdü.
Sadece sanat değil; aynı zamanda şehrin unutulmuş mekânlarını, hikâyelerini ve kimliğini yeniden hatırlatan bir deneyim oldu.
Her durakta, her eserde, her taşın arasında bir iz var — İstanbul’un ve Sanat.
Belki de sanatın en güzel yanı, bize o yürüyüşü hatırlatması.
Yararlandığım kaynaklar;
İstanbul Bienali, IKSV, Oggusto, ArtDog, Artkolik, Upfliers…
















































