207

Cibali- Fener- Balat- Ayvansaray- Eğrikapı Kıyı Boyu Haliç Gezisi

Cibali- Fener- Balat- Ayvansaray- Eğrikapı Kıyı Boyu Haliç Gezisi

Bugüne kadar yazılarımda her semtin adının ardındaki hikâyeyi anlatmaya çalıştım. Bugün ise “Kıyı Boyu Haliç” yazı dizisini hazırladım. Bu yolculukta sizi Haliç kıyılarında yürütmek istiyorum. Cibali, Balat ve Fener, Ayvansaray ve Eğrikapı dar sokaklarında dolaşırken karşımıza çıkan çeşmeler, eski sur kapıları, yosun tutmuş taşlar, Bizans pembesi yapılar, sinagog izleri, kiliseler ve Osmanlı kabartmaları… Hepsi yitip giden bir tarihin günümüze ulaşabilmiş son tanıkları.

Bizans döneminde Sarayburnu’ndan Ayvansaray’a kadar uzanan deniz surları vardı. Bu surlarda yirmiye yakın kapı bulunuyordu; bugünse geriye ancak birkaçı kalabildi. 19. yüzyılın sonlarına doğru Haliç vapurları çalışmaya başlamış, ama 2000’li yıllara gelindiğinde yerlerini küçük motorlara bırakmışlardı. Büyük iskeleler de birer birer yok olup yerlerini mütevazı ahşap iskelelere bıraktı. Haliç, eski görkemini kaybetmiş olsa da, sokaklarında dolaşırken hâlâ geçmişin o renkli mozaiğini—dillerin, dinlerin, kültürlerin iç içe geçtiği o eşsiz dokuyu—hissetmek mümkün.

Bu semtler; farklı dinlerden, farklı milletlerden insanların yüzyıllar boyunca kardeşçe bir arada yaşamasına şahitlik etmiş.

Hem geçmişin izleriyle hem de bugünün sabrıyla harmanlanmış bu yolculukta size de eşlik etmek dileğiyle…

“Altın Boynuz” Haliç’in bu ismi aslında mitolojiden geliyor ama bana sorarsanız Haliç’e her yönüyle yakışıyor. İstanbul’un mavisine, bereketine ve simgelerine baktığınızda gerçekten ruhunun altınla yüklü olduğunu hissediyorsunuz.

Sahil boyunca yürürken birden karşınıza çıkan o eski taş parçaları da tesadüf değil. Onlar, Roma döneminden kalma surların günümüze ulaşan kalıntıları. Bir zamanlar Konstantinopolis’i çevreleyen yaklaşık 5,6 kilometrelik Haliç surlarının bugüne düşen sessiz tanıkları.

Tarih boyunca Haliç, İstanbul’un kalbinin attığı yer olmuş. Gemilerin rahatça yanaşabildiği, güvenli bir liman olması, ticaret ve tersanelere ev sahipliği yapması şehri eşsiz kılıyordu. Bir de işin güzellik tarafı var: sakin suları, rüzgârlara karşı korunaklı yapısı ve ferah havası… Hal böyle olunca varlıklı aileler ve seçkin kişiler buraya yerleşmeyi tercih etmiş, kıyılar boyunca zarif yapılar yükselmiş.

Bizans döneminde Haliç kıyıları tam bir kültür mozaiğiydi. Ortodoks zenginleri, soylular, Yahudi azınlığı oluşturan Karayimler, hatta imparatorun izniyle gelen Akdeniz’in tüccar şehir devletlerinden temsilciler burada yaşamış. 1453’ten sonra ise tablo daha da renklendi: Müslümanlar, Ortodokslar, Sefarad Yahudileri, Ermeniler, Çingeneler… Kısacası farklı dillerin, dinlerin ve geleneklerin bir arada yaşadığı rengârenk bir İstanbul manzarası ortaya çıktı.

Haliç’in değerini sadece halk değil, padişah da farkındaydı. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmet, Haliç’in yağmur ve sellerle taşınacak toprakla dolmaması için özel bir ferman çıkarmış. Kâğıthane dağlarının tarıma açılmasını yasaklamış, yamaçlara ayrık otu ekilmesini emretmiş. Haliç’in çevresinde yonca ekilmesini, hayvan otlatılmasını da yasaklamış ki bölgenin doğal güzelliği ve bereketi korunsun.

Bugün sahil boyunca yürürken ya da bir köprüden Haliç’e bakarken o altın ışıltıyı hâlâ görebiliyorsunuz.

İbni Meddâs Camii (Salih Paşa Camii)

Fatih döneminden günümüze ulaşan bu caminin ilginç bir hikâyesi var. Banisi Hüsamettin Efendi, Fatih Sultan Mehmed’in sarayında pabuçlardan sorumlu görevliymiş. Bu yüzden yaptırdığı mescit uzun süre “Basmakçızade Mescidi” olarak anılmış. Hüsamettin Efendi 1455’te vefat etmiş, kabri de caminin tam karşısında yer alıyor.

Zamanla cami farklı onarımlar geçirmiş. 19. yüzyılda Salih Paşa, doğu duvarına bir çeşme yaptırınca halk arasında artık “Salih Paşa Camii” adıyla tanınmaya başlamış.

İbni Meddâs Camii (Salih Paşa Camii)İbni Meddâs Camii (Salih Paşa Camii)

Çakır Ağa, İstanbul ve çevresinde tam altı mescit yaptırmış; bunlardan biri de Fatih’teki bu cami. İlk yapılışı Fatih devrine uzanıyor. Daha sonra Kanuni döneminde Defterdar Süleyman Efendi, Mimar Sinan’a yeniden yaptırıp içine bir de minber ekletmiş.

Ne yazık ki caminin ilk hali günümüze ulaşamamış. Büyük bir yangının ardından 1874’te Vakıflar İdaresi tarafından kapsamlı bir onarımdan geçirilmiş. Bu onarım sırasında altına bodrum kat yapılmış, sağ tarafına ikinci bir kapı açılmış. Bugün minaresinin kaidesi ve bazı duvarları hâlâ Sinan döneminden kalma.

Haraççı Kara Mehmet Ağa Camii ve Çeşmesi

1588’de, Hoca Kara Mehmed Muhyiddin b. Ali Beyü’l-Haraçî tarafından yaptırılan bu cami, bölgedeki Osmanlı eserlerinden biri. Caminin ilerisinde ise ona ait bir çeşme bulunuyor. Çeşmenin kesin yapım tarihi bilinmese de cami ile aynı dönemde yapıldığı tahmin ediliyor.

Şeyh Ahmed Buhari Türbesi

Asıl adı Emir Ahmed Buhari olan bu önemli şahsiyet, Buhara’da doğmuş, eğitimini Simavlı Nakşibendî şeyhi Molla Abdullah İlâhî’den almış. Mekke’de ve Simav’da kaldıktan sonra İstanbul’a gelerek burada dergâh kurmuş. Fatih Sultan Mehmed devrinde başlayan bu yolculuğu, II. Bayezid döneminde daha da önem kazanmış. Hatta II. Bayezid’in zaman zaman kendisiyle sohbet ettiği biliniyor. Emir Ahmed Buhari Anadolu’ya Nakşibendiliği getiren şeyhlerden biridir. Fatih Camii yakınındaki mescidi ve tekkesi dönemin halkı tarafından yoğun ilgi görmüş. Ayrıca Ayvansaray ve Edirnekapı’da da Nakşibendî dergâhları açmış. Bugün Fatih’teki türbesinde onun sandukası yer alıyor; avlusunda ise farklı Nakşibendî şeyhlerine ait mezar taşlarını görmek mümkün.

Cibali’den yukarı doğru yürüyüp Salih Paşa Caddesi’ne saptığınızda, özellikle Orhan Kemal Sokağı çevresinde birbirinden güzel ahşap evlerle karşılaşırsınız. İşte o evlerden biri de Türk edebiyatının büyük ismi Orhan Kemal’in bir dönem kiracı olarak yaşadığı mütevazı köşe başı evidir.

Çocukluğumda annemle babamın hiç ellerinden düşürmediği Orhan Kemal romanlarını hatırladıkça, bu sokakta yürümek bana bambaşka bir his veriyor. 1950’lerde, maddi sıkıntılar içinde, küçük bir odada daktilosunun başına oturan Orhan Kemal, 72. Koğuş’un bir kısmını işte tam burada yazmış. Basit, iki katlı bir evdi belki ama içinde büyük bir edebiyat dünyası yeşerdi.

Orhan Kemal, Türk edebiyatında toplumcu gerçekçi çizginin en önemli yazarlarından biri kabul edilir. Fabrika işçilerini, küçük esnafı, gündelik yaşamın mücadelesini yalın diliyle anlatmış; sıradan insanın hikâyelerini edebiyatın merkezine taşımıştır. İşte bu yüzden yaşadığı her ev, aslında birer edebiyat durağıdır.

Bugün bu evin önünde durduğunuzda sizi karşılayan bir tabela ya da yazı bulamıyorsunuz. Komşulara sorduğunuzda kimisi sarı evi gösteriyor, Google Maps ise pembe evi işaretliyor. Bu belirsizlik aslında biraz da hüzünlü… Çünkü böylesine önemli bir yazarın yaşadığı evin işaretlenmemesi, hatta bir müze olarak yaşatılmaması gerçekten büyük bir eksiklik.

Orhan Kemal’in evi, sıradan bir konut değil. Edebiyatımızın belleğini taşıyan bir mekân. Belki de bir gün, burası olması gerektiği gibi bir müze olarak kapılarını edebiyat severlere açar…

Haliç kıyısında yürürken Abdülezel Paşa Caddesi üzerindeki o heybetli binayı görmemek mümkün değil. Burası, bir zamanların Cibali Tütün Fabrikası, şimdinin Kadir Has Üniversitesi. İlk bakışta sıradan bir fabrika binası gibi görünse de aslında Osmanlı sanayileşme tarihinin en önemli tanıklarından biri.

Haliç, Osmanlı’da sanayinin başladığı bölgeydi. Ulaşım kolaydı, hammaddeler gemilerle doğrudan buraya geliyordu, deniz kıyısı olması hem üretim hem de atıklar için pratiklik sağlıyordu. Tabii bu “kolaylık” o dönem Haliç’i kokudan yanına yaklaşılmaz hale getirmişti. Neyse ki o günler geride kaldı; bugün Haliç gerçekten adının hakkını veriyor: Altın Boynuz…

Fabrika, 1880’lerde Fransız sermayeli Reji İdaresi tarafından kuruldu. Reji, Osmanlı’da tütün ticaretini tekeline alan yabancı şirketti. Bu fabrikanın önemi büyük: Türkiye’de ilk sigara (1900), ilk puro (1946) ve ilk filtreli sigara burada üretildi. Ayrıca Türkiye işçi hareketlerinde de adı sıkça geçti. Öyle ki, işçilerden biri Mahmut Yesari’nin Çubuk romanına, Sevilla’nın Carmen karakteri gibi ilham vermişti.

Bugün fabrikanın bir bölümü Rezan Has Müzesi olarak ziyarete açık. Burada fabrikanın belgeleri, eski fotoğrafları ve tütün üretimine dair objeler sergileniyor. İstanbul’un sanayi geçmişini merak edenler için çok etkileyici bir özet sunuyor. Cumhuriyet’in ilanından sonra yerli bir firmaya geçen fabrika, yıllarca binlerce kişiye iş kapısı olmuş.

Müzenin en sürprizli kısmı ise bodrum katında karşınıza çıkıyor: Bizans döneminden kalma Seferikos Sarnıcı ve 17. yüzyıldan kalma bir hamamın kalıntıları! Endüstri tarihinden Bizans’a uzanan bu yolculuk gerçekten görülmeye değer.

Cibali, İstanbul’un en mütevazı semtlerinden biri. Ama işin güzel yanı tam da bu mütevazılığın içinde gizli. Benim Cibali’de en çok sevdiğim şey, buradaki yoğunluk. İnsan kalabalığını kastetmiyorum elbette. Bahsettiğim; yapılarının, hikâyelerinin, mimari detaylarının, çarpık kentleşmesinin ve hatta hoyratlıklarının yarattığı yoğunluk… Cibali’nin her köşesi size bir şeyler düşündürüyor, bakmaya ve hissetmeye davet ediyor.

Coğrafi olarak da özel bir noktada. Osmanlı surlarının içinde, Eminönü ve Tahtakale’nin bittiği yerde, Fener ve Balat gibi gayrimüslim mahallelerinin başladığı sınırda konumlanmış bir Müslüman mahallesi. Özellikle Osmanlı’dan kalma camileri ve hamamlarıyla biliniyor.

Peki, semtin adı nereden geliyor? İşte burada birkaç rivayet var. İlki, aslen Mısırlı olan ve Osmanlı’da “subaşı” yani askerbaşı olarak görev yapan Cebe Ali’ye dayanıyor. Rivayete göre, İstanbul’un fethi sırasında Cebe Ali ve adamları, gemiler gibi karadan yürütülmek yerine Haliç’i üzerlerine giydikleri cepkenlerin yardımıyla geçmişler. Bunu gören Bizans askerleri korkudan kaçmış. O yüzden de bu bölgeye önce “Cebe Ali” denmiş, zamanla da halk dilinde “Cibali”ye dönüşmüş.

Başka bir söylenceye göre ise Bizans döneminde buradaki sur kapısına verilen isimden, yani Porta Lubalica’dan geliyor.

Bugün Cibali’de dolaşırken, Cibali Tütün Fabrikası’ndan (şimdiki Rezan Has Tütün Müzesi) çıktığınızda yol sizi doğrudan Bizans’ın Haliç surlarından ayakta kalmış tek kapısına, yani Cibali Kapısı’na götürür. Kapının üzerinde fetih olayını anlatan bir kitabe var. Ancak küçük bir ayrıntı: bu kitabe 1543’ten değil, 1953’te İstanbul Fetih Cemiyeti tarafından yerleştirilmiş. Bir efsaneyi tarihi olgu gibi gösteren bu yazıt hâlâ orada duruyor. Üstelik eski Türkçe olduğu için pek kimse sorgulamıyor.

Cibali işte böyle… Tarihiyle, söylenceleriyle, biraz şaşırtan detaylarıyla her adımda insanı içine çeken bir semt.

Az ilerde yeni restore edilen Tepedelen Çeşmesi Sokağı ve evleri gezmeden geçmeyin.

Galata Köprüsü’nün güney ayağından batıya doğru yürümeye başladığınızda yol sizi Cibali’ye getirir. Semtin adı, İstanbul’un fethiyle ilgili efsanelerden birine dayanır. Rivayete göre, Fatih’in ordusunda Cebe Ali adında bir derviş varmış. Kuşatma sırasında elindeki postu Haliç’e bırakıp üzerine çıkmış; suyun üstünde dimdik duruyormuş. Yanındaki müritleri de aynı şekilde postlarını suya atıp onunla birlikte yürümüşler. Bu manzarayı gören Bizans muhafızları ise korkudan ne yapacaklarını şaşırmış. İşte bu olağanüstü olayın ardından semtin adı “Cebe Ali”den türeyerek Cibali olmuş.

Bugün Cibali Kapısı’nın yanında, adını tüm Türkiye’ye duyurmuş bir mekân var: Cibali Karakolu. Bir zamanlar Fransız bir oyundan uyarlanıp Muammer Karaca sayesinde sahnelere taşınan Cibali Karakolu komedisi, bu semti adeta ölümsüzleştirdi. Şimdi ise burası Cibali Kapı Karakol Müzesi olarak ziyaretçilerini ağırlıyor.

Cibali Karakolu oyunu, Türk tiyatrosunun en sevilen eserlerinden biri oldu. Hem İstanbul’un gündelik hayatına dair göndermeleriyle, hem de mizahi diliyle halkın hafızasında yer etti. Hatta “Cibali Karakolu” tabiri, zamanla sahnenin ötesine geçerek günlük dile bile yerleşti.

Bir başka önemli ayrıntı da şu: Cibali’ye adını veren Cebe Ali’nin mezarı, işte bu karakolun içinde yer alıyor. Yani hem bir efsaneyi, hem de tarihin izlerini aynı noktada görebiliyorsunuz.

Cibali’de, Ayakapı’nın Vakıf Mektebi Sokağı’nda kırmızı tuğlaları ve beyaz taş örgüleriyle hemen dikkat çeken bir yapı vardır. Heybetli görünümüyle bölgenin en göz alıcı camilerinden biri olan Gül Camii, aslında Bizans dönemine ait bir kiliseydi: Aya Theodosia Kilisesi.

16. yüzyılda camiye çevrilen bu yapı, fetihten sonra bir süre denizcilerin deposu olarak da kullanılmış. Planı klasik Yunan haçı şeklinde, kubbesi ise duvarlara bitişmeyen dört ayak üzerine oturuyor. İç mekânı oldukça ilginç; sağ üst galerisinde bir mezar bulunuyor. Rivayete göre bu mezar, İstanbul’un fethi sırasında hayatını kaybeden son Bizans imparatoru XI. Konstantin Dragazes’e ait.

Gül Camii’ne adını veren efsane ise çok daha renkli. Anlatılanlara göre Türklerin İstanbul’a girdiği günün bir öncesi, Aya Theodosia’nın yortu günüymüş. O gün kilise dolup taşmış, gelenler Tanrı’ya şehri koruması için dua etmiş, yanlarında getirdikleri gülleri de kiliseye bırakmışlar. Ama ertesi gün İstanbul Osmanlıların eline geçmiş. İçeri giren askerler her yanı sarmış gülleri görünce buraya “Gül Camii” adını vermiş.

Bir başka efsane de yapının sağındaki merdivenlerle girilen gizemli bir dehlizden söz eder. Söylentiye göre bu dehliz, yaklaşık 160 kilometre ötedeki Kıyıköy Aya Nikola Kilisesi’ne kadar uzanıyormuş. Zor zamanlarda papazlar buradan kaçarmış.

Kilisenin duvar süslemeleri arasında altı köşeli Sion yıldızlarını (Davud’un yıldızı) görmek mümkün. Ayrıca Aya Theodosia’nın hikâyesi de oldukça etkileyici: İmparator III. Leon’un 726’da ikonaları yasaklaması üzerine, saraydaki İsa ikonunu indirmeye çalışan askere karşı koymuş, onu öldürmüş. Ardından yakalanıp öldürülmüş ve kilise tarafından azize ilan edilmiş.

Bugün caminin Vakıf Mektebi Sokağı’ndaki girişinde, mihrabın sağındaki payenin içinde bir kutsal kişiye ait mezar olduğuna inanılır. Kimilerine göre bu kişi Hz. İsa’nın havarilerinden biri, kimilerine göre ise Gül Baba. Halk arasında en çok kabul gören rivayet de budur.

Haliç kıyısını takip ederek Abdülezelpaşa Caddesi üzerinde ileriye doğru yürürsek solda 18.yy.’da yapılan Cibali Aya Nikola (Ayios Hagios Nikolaos) Kilisesi’ni görüyoruz. Aya Nikola Hıristiyanlık inancına göre genç kızların, çocukların ve denizcilerin koruyucu azizidir. Burası, Hristiyan inancına göre genç kızların, çocukların ve denizcilerin koruyucu azizi Aya Nikola’ya adanmış.

Aslında bugün kullanılan yapı, küçük iki kilisenin birleştirilmesiyle oluşmuş ve içinde Ayazma da bulunuyor. Batı kültüründeki Santa Claus figürüne esin kaynağı olan Aya Nikola, denizcilerin de koruyucu azizi olduğu için Ortodoks dünyasında kiliseler genellikle deniz kenarlarına inşa edilir. Denizciler, koruma ve şükran dileklerini sunmak için bu kiliselere armağan bırakırlarmış.

Cibali Aya Nikola Kilisesi’nde görebileceğiniz en ilginç detaylardan biri, narteks tavanına asılı model bir kalyondur. Bu kalyon, hem yelkenle hem kürekle yol alan savaş gemilerinin en büyüğü olarak tasarlanmış. Denizcilerin şükranlarını simgeleyen bir armağan olarak asılmış ve kilisenin tarihine ayrı bir renk katmış.

Cibali Kapı’nın hemen yanında, Fatih döneminden kalma bir mezar dikkat çeker: Sekbanbaşı Abdülkadir Dede’ye ait. Sekbanbaşı, Yeniçeri Ocağı’nın altmış beşinci ortasında görev yapan bir komutandır; yeniçeri ağası şehirde bulunmadığında ona vekâlet eder ve şehrin güvenliğinden sorumlu olurmuş.

Yine aynı bölgede, Adile Sultan’ın 19. yüzyılda yaptırdığı bir hayır eserine rastlamak mümkün. 1868’de mektep olarak inşa ettirdiği bu bina, sadece eğitim vermekle kalmamış; yanında duran asırlık çınar ağacı ve 1889 tarihli çeşme ile huzurlu bir atmosfer yaratıyor. Adile Sultan, Sultan II. Mahmut’un ilerici görüşlerinden etkilenmiş ve özellikle kadınların eğitimi konusunda olumlu adımlar atmış bir şairin kızı olarak tanınır. Bugün bu tarihi bina Halk Kütüphanesi olarak hizmet veriyor ve ziyaretçilere hem tarihî hem de dingin bir mola imkânı sunuyor.

Aya Nikola Kilisesi’nin hemen ilerisinde, bir başka sur kapısı karşınıza çıkar: Yeni Ayakapı. Bu kapı, halkın sur dışındaki Ayakapı Hamamı / Havuzlu Hamam’a rahatça gidip gelmesini sağlamak amacıyla inşa edilmiş. Hamam, 1582’de Mimar Sinan tarafından, Sultan III. Murat’ın annesi Valide Sultan Nurbanu için yaptırılmış. Ne yazık ki bugün hamam yıkılmak üzere.

O dönem Fener-Balat bölgesi, farklı dinlerden insanların yoğun olarak yaşadığı bir bölgeydi. Bu nedenle hamamlar da ortak kullanıma açıktı, fakat her topluluk ayrı kurnalar kullanıyor ve kendi renk peştamallarını taşıyordu. Mimar Sinan, Yahudiler için de bir çözüm bulmuş; hamamın içine Yahudilerin abdest aldığı bir havuz yaptırmış. Bu yüzden halk arasında “Havuzlu Hamam” olarak anılmış.

Yeni Ayakapı’nın hemen yanında, 16. yüzyıldan kalma ve kesme taştan klasik bir üslupla inşa edilmiş Ayakapı Çeşmesi bulunuyor. Halk arasında “Gül Çeşme” adıyla biliniyor.

Yeni Ayakapı’dan 100 metre kadar ilerleyip sola döndüğünüzde, Sadrazam Ali Paşa Caddesi’ne ulaşıyorsunuz. Burada, Bizans deniz surlarındaki kapılardan biri olan Petri Kapısı (o dönemde Petrion olarak anılır) yer alıyor. Bu kapı, Beşinci Tepe’nin yamacındaki Petrion Kalesi’nin doğu yönündeki deniz kapısıydı.

Biraz ileride ise, Sirkeci Dede Türbesi ve Haziresi sizi karşılıyor. Bu alanda eskiden Halveti tarikatına bağlı, Sirkeci İsmail / Yorgani Tekkesi bulunuyormuş. Tekke, Emir Şeyh Mehmed Kisedar- Geylani tarafından kurulmuş; adını, şeyhin oğlu İsmail Efendi’den almış. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ne göre, tekkeler bölgesinin tarihi 7. yüzyılda Ebu El Ensari’nin İstanbul’un fethine katıldığı döneme kadar uzanıyor. Günümüzde tekkenin sadece türbe ve haziresi kalmış, ama hâlâ tarihî atmosferi hissettirmek mümkün.

Abdi Subaşı Camii (Kuburbeli Mescidi)

16. yüzyıldan kalma Abdi Subaşı Camisi, Cibali’de mutlaka görülmesi gereken eserlerden biri. Kanuni döneminde, ünlü Kırk Çeşme su tesislerinin amiri Mahmut Ağa tarafından yenilenmiş. Halk arasında “Kuburbeli” olarak da bilinir. Dik bir set üstünde yükselir ve hem mimarisi hem de konumu ile dikkat çeker.

Ali Yazıcı Camii (Süzgeççi Yusuf Camii)

Patrikhaneye çok yakın sahil yolunda, Fatih devrinden kalma Ali Yazıcı Camii bulunur. Bir diğer adı da Süzgeççi Yusuf Camii’dir. 1890’larda yeniden yapılan bu küçük caminin içindeki en ilginç detaylardan biri, Fatih Sultan Mehmet’in burada namaz kıldığına dair rivayetlerdir. Küçük ama tarihi atmosferi yoğun bir camidir.

Kaptan-ı Derya Sinan Paşa Camii

Haliç Caddesi’nin sağında, İstanbul’un hâlen ayakta duran 21 cami-kilisesinden biri olan Kaptan-ı Derya Sinan Paşa Camii’nin kalıntıları görülüyor. Burası, aslında bir Bizans kilisesinin kırık dökük, ağaçlar arasında gizlenmiş kalıntıları. Apsisin yalnızca küçük bir kısmı günümüze ulaşmış, ama kıvrımlı ve zikzaklı duvar işçiliği ile süslenmiş dekorasyonu hâlâ etkileyici. Sinan Paşa, 1555’te Beşiktaş’ta tek minareli Sinan Paşa Camii’ni de Mimar Sinan’a yaptırmıştı.

Tahta Minare Camii

Sahil güzergâhında görebileceğiniz Tahta Minare Camii, Fatih devrine kadar uzanan bir geçmişe sahip. Adından da anlaşılacağı gibi, tarih boyunca ahşap minaresiyle dikkat çekmiş. Konumu itibarıyla Haliç’in kıyısında, geçmişten günümüze şehrin manzarasına uyum sağlayan nadir yapılardan biridir.

Mehmed Murad (Mesnevihane) Camii

Fener Rum Lisesi’nin arka tarafında, İstanbul’da inşa edilen son mesnevihane tekkesi olan Mehmed Murad Camii bulunur. 19. yüzyıl mutasavvıflarından Mehmed Murad Nakşibendî, Osmanlı’da Nakşîlik ve Mevlevîlik arasındaki yakınlaşmaya büyük katkı sağlamış bir şahsiyettir. Müderrisliğinin yanı sıra birçok telif eseri bulunan Mehmed Murad’ın başyapıtı, Mesnevî’nin şerhi olan Hülâsatü’ş-Şürûh’tur. Caminin tarihi atmosferi hem edebiyat hem de tasavvuf meraklıları için oldukça etkileyici.

İsmet Efendi Tekkesi ve Mescidi

İsmet Efendi Tekkesi’nin avlu duvarı, kale surları gibi yüksekçe ve sokak boyunca uzanır. Sokağın bitiminde sağ köşede tarihi bir harabe dikkat çeker (Mercimek Sk.-Karadavut Sk. köşesi). Tekkede yer alan İsmet Efendi Mescidi / Mustafa İsmet Efendi Camii, kısa minaresiyle sevimli ve küçük bir yapı. Etrafında bulunan hazire, bölgenin tarihî dokusunu pekiştirir ve ziyaretçilere sakin bir yürüyüş fırsatı sunar.

Tevfi Cafer Camii

Tevfi Cafer Camii, Taçzâde Nişancı Ca’fer Çelebi tarafından yaptırılmıştır. Banisinin 1515 yılında vefat ettiği bilinmektedir; dolayısıyla cami bu tarihten önce inşa edilmiştir. Giriş kapısı üzerindeki kitabede bildirildiğine göre, II. Abdülmecid döneminde onarım görmüştür. Banisi, hazirede medfun durumdadır. Tarihi cami, Fener bölgesinin Osmanlı dönemi izlerini hissettirmek için güzel bir durak.

Debbağ Yunus Camii ve Mezarları

Fener’e doğru, sahil caddesi yerine iç sokaklardan yürürseniz, Debbağ Yunus Camii ve haziresiyle karşılaşırsınız. Camiyi adını aldığı Debbağ Yunus, Fatih ve oğlu II. Beyazıt dönemlerinde meşhur deri tabaklayıcılarından biridir. Debbağlar, yıpranmış deri ve çantaları işleyerek dönüştürürmüş. Moloz taş duvarlı ve ahşap çatılı cami, 18. ve 19. yüzyıldan kalan mezarlar hâlâ görülebilir.

Yusuf Şücaaddin Camii (İskele Camisi)

Balat’ın eski Karabaş Mahallesi’nde yer alan Yusuf Şücaaddin Camii, Osmanlı döneminden kalma bir diğer önemli yapı. II. Mehmed dönemi alimlerinden Yusuf Şücaeddîn Anbarî tarafından yaptırılmıştır. Kesin inşa tarihi bilinmemekle birlikte, giriş kapısındaki kitabeye göre 1766 ve 1892 yıllarında tamir görmüştür.

Caddelerin öyküsü yoktur; çünkü caddeler anonimdir, sokaklar ise şahsîdir. Ben sokakları severim. Sokak, bir şehrin taşrasıdır; şehir güneşse, sokak gölgedir. Sokakları özel kılan, içinde yaşanmışlıklardır.

Cibali’den Fener’e geçerken eski binalar değişir; ahşap yapılar farklılaşır, büyür, güzelleşir. Fener ve Balat’ın tarihi evleri mimari açıdan büyük bir zenginliğe sahiptir. Genellikle cumbalı ve ahşap olan bu evler, Osmanlı döneminden kalma ihtişamlı kapıları, işlemeli pencereleri ve oymalı süslemeleriyle adeta mahallenin tarihini anlatan küçük anıtlardır.

Mismarcı Çeşme Sokağı’na uğrayın; bayılacaksınız. İncebel Sokağı’ndan Fener’e yürürken kimi kötü restore edilmiş ahşap binalar, tarihi çeşmeler, hoş kâgir yapılar ve sağımızda eski Haliç surlarından kalıntılar ile Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin arka duvarını görebilirsiniz.

Fener’in Kiremit Caddesi Evleri, yukarı doğru tırmanırken gördüğünüz rengarenk, restore edilmiş eski Balat evleriyle meşhurdur. Fener Rum Erkek Lisesi’nden aşağı inen Usturumca Sokak ve Kiremit Caddesi’nin kesişiminde bu renkli evleri görmek mümkün.

Balat sokaklarının en çok fotoğraflanan köşelerinden biri de UNESCO Kültür Mirası kapsamında restore edilmiş, pastel tonlarında, pastalar misali sıralanmış Merdivenli Yokuş Sokaktır. Dik yokuşları çıkmak yerine kullanabileceğiniz yan yol ise Merdivenli Mektep Sokaktır.

Balat’ı Fener’e bağlayan en keyifli güzergâh ise Vodina Caddesidir. Sarmaşıklarla kaplanmış o güzel evler, kahvehaneler ve küçük dükkânlar arasında yürümek, gökdelenlerin gölgesinde saklanmış bu gizli hazineyi keşfetmek gibidir.

Yürüyüşünüze keyif katacak ve adeta yuvarlanıyormuş hissi verecek bir başka sokak ise Sancaktar Yokuşudur. Geçmişin Rum mahallesi olan Fener’den, eski Yahudi mahallesi Balat’a doğru uzanan Yıldırım Caddesi, tarihî bir yolculuk gibi hissedilir.

Bir de Balat’ın ruhunu en çok yansıtan sokaklardan biri vardır: Leblebiciler Sokak. Burada bir zamanlar Musevi topluluğu yaşamış, sokak hâlâ o eski ruhu taşır. Girişinde Balat’ın meşhur Agora Meyhanesi ve Sevda Gazozcusu’nu görmek mümkün.

İstanbul’da Fener denince akla gelen ilk yapıların başında Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi gelir. Ama bir sır vereyim: Başa koyduğum ilk yedi resmi çoğumuz Patrikhane zannederken aslında Fener Rum Erkek Lisesi’dir. Dıştan bakıldığında adeta bir şatoyu andıran bu büyüleyici yapı, İstanbullular için bile kolayca Patrikhane ile karıştırılır.

Halk arasında “Kırmızı Mektep” olarak anılan bu okulun bugünkü görünümünün inşasına 1881’de başlanmış, 600 kişi kapasiteli, üç katlı ve kırmızı tuğla ile örülü yapı 1883’te tamamlanmış. Okulun mimarı, burada eğitim görüp İtalya’da mimarlık eğitimi almış Dimadis. Aslında Rumların İstanbul’da açtıkları en eski eğitim kurumlarından biri olan okul, Bizans döneminde de Patrikhane Akademisi işlevi görmüş. 1861’de klasik lise eğitimine geçilmiş, dini eğitim ise Heybeliada’da verilirmiş. 2013 kayıtlarına göre sadece 59 öğrencisi varmış.

Şimdi, Vatikan tüm Katolik aleminin dini merkeziyse, Ortodoks alemi için de Fener’deki Konstantinopolis Ekümenik Patrikhanesi aynı rolü üstlenir. Buradaki Patrik, tüm Ortodoks dünyasının dini lideridir. Patrikhaneye dönüşme süreci ise1595-1602yıllarında görev yapan Patrik 2. Mattihaios döneminde gerçekleşmiş. Eskiden bugün Patrikhane’nin bulunduğu yerde bir kadınlar manastırı varmış. 1836’da bugünkü planıyla inşa edilmiş ve 1941’de büyük bir yangın geçirince yeniden onarılmış.

Patrikhane bahçesinde ayrıca Aya Yorgi Kilisesi (Ayios Yeoryios) bulunur. Sancaktar Yokuşu’ndan aşağı doğru Vodina Caddesi’ne saptığınızda, solda kapısı sürekli kapalı olan bu küçük kiliseyi görürsünüz. Kilise 1833 tarihli olup, Ortodoksların bir adeti gereği Kudüs Patrikliği tarafından kendi Metohion’u (yani bir çeşit şube) olarak yaptırılmıştır. Bu nedenle idari olarak kilise hâlâ Patrikhane’nin doğrudan yetkisine bağlı değildir.

Aya Yorgi Kilisesi, bazilika tipi bir yapıdır; yan geçitleri galerili ve galerisiz kiliseler şeklinde tasarlanmış ve yapımında bolca mermer kullanılmıştır. Kilisenin merkezi, ahşaptan oyma ve altın varaklı İkonastasis (ikona duvarı) ile göz kamaştırır. Hem küçük hem de zarif yapısı, Patrikhane bahçesinin sakin ve mistik havasını tamamlar.

İstanbul’un Fener semtinde, Dr. Sadık Rahmet Caddesi üzerinde yer alan Özel Maraşlı Rum Okulu, 1901 yılında inşa edilmiştir. Okulun yapımına bağış yapan Grigorios Maraslis, Odessa’nın önde gelen zenginlerinden biri olup, aynı zamanda şehrin belediye başkanıydı. Maraslis, okulun inşası için sadece maddi katkı sağlamakla kalmamış, aynı zamanda okulun tüm eğitim-öğretim giderlerini de üstlenmiştir.

Okulun mimarı ise, okulun mezunu olan Konstantinos Dimadis‘tir. Dimadis, 1881 yılında okulun yapımına başlamış ve 1883’te tamamlamıştır. Mimari tarzı, Neo-Gotik ve Neo-Rönesans unsurlarını harmanlayan Dimadis, okulun yapımında yaklaşık 1 milyon tuğla kullanmıştır. Ayrıca, yapının depreme dayanıklı ve sismik olarak inşa edilmesine özen gösterilmiştir.

Okulun tam karşısında yer alan dördüz evler, 19. yüzyılın başında zengin bir Rum tüccar tarafından dört kızı için yaptırılmıştır. Bugün restorasyon geçirerek butik otele dönüştürülen bu renkli Fener evleri, bölgenin tarihi dokusunu yansıtan önemli yapılardandır.

Fener-Balat sokaklarında yürürken, Yahudi, Rum, Ermeni ve Türk topluluklarının geçmişte birlikte yaşadığını gösteren çok sayıda tarihi yapı görebilirsiniz. Her yapı kendi kimliğini taşır; örneğin üç katlı, dar ön yüzlü, cumbalı ve renkli bir bina görürseniz, geçmişte burada bir Musevi aile yaşamış demektir. Sokaklarda dolaştıkça semtin zengin tarihini ve çok kültürlü dokusunu daha iyi anlayabilirsiniz. Yan yana veya aynı sokakta cami, kilise ve sinagog görmek mümkün; hatta geçmişte kilise veya sinagog olup sonradan camiye çevrilen birçok yapı da mevcut.

Yuvakimyon Rum Kız Lisesi, arsasını Fener Rum Patriği 2. Yoakim bağışlamış. Oldukça açık fikirli olan Patriğin amacı, kızların eğitim görmesini desteklemekti. Kendi ölümünden sonra vasiyetine uygun olarak bu okul yaptırılmış ve 1882’de eğitime başlamış. Okul kısa sürede eğitim kalitesiyle ün kazanmış; İstanbul dışından bile öğrenciler gelmiş. Mezun olan kızlar genellikle diğer Rum okullarında öğretmen olarak çalışmış. Ne yazık ki 1988’e gelindiğinde okulda okuyacak Rum kız öğrenci kalmayınca okul kapanmış. Bugün bina âtıl durumda; zaman zaman etkinlikler yapılmakta, ancak düzenli kullanımı yok.

Sokağın biraz ilerisinde denize bakan, ahşap kaplı ve kagir bir konak göreceksiniz: Kanaki’nin evi.

Onun biraz ilerisi ise günümüzde kafe olarak kullanılan Dimitri Kantemir Evi. Dimitri Kantemir (Kantemiroğlu), 15 yaşında rehine olarak İstanbul’a getirilmiş bir Romen Prensi. Fener Rum Erkek Lisesi’nde eğitim görmüş, 11 dil öğrenmiş ve Osmanlı saray musikisine merak salmış. Batı tarzı nota sistemini bilmediği için kendine özgü bir nota sistemi geliştirmiş, Osmanlı tarihi ve müzik alanında birçok eser vermiştir. 1714’te Berlin Akademisi’ne üye seçilmiş. İstanbul’da kendine bir saray yaptırmak istemiş, ancak sarayında hiç oturamadan Boğdan Beyliği’ne atanmış; daha sonra Osmanlı’ya karşı Ruslar’a sığınıp Rus Çarı’nın danışmanı olmuştur. Romanya’nın milli kahramanı ilan edilen Kantemir’in İstanbul’daki evi, 2007’de Romanya Cumhurbaşkanı’nın katıldığı bir törenle Dimitri Kantemir Müzesi olarak açılmıştır. Ne yazık ki günümüzde müze ziyarete kapalı (2017 itibarıyla); sadece dışarıdan görülebilmektedir.

Diğer bilinen adıyla da Meryem Ana Kanlı Kilise/Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi/Moğolların Azize Meryem Kilisesi.Fener’de, kırmızı renkli ve küçük bir yapı olarak karşımıza çıkan bu kilise, 13. yüzyıldan kalma Yunan mimari üslubunda inşa edilmiştir. İstanbul’da Osmanlı döneminde camiye çevrilmeyerek Rumların ibadetine bırakılan Bizans döneminden kalma tek kilise olma özelliğini korur.

Kilisenin en önemli özelliği, Bizans’tan beri kesintisiz olarak ibadete açık kalmış olmasıdır. Peki, “Moğolların Meryemi” adı nereden gelmiş? Rivayete göre, Bizans İmparatoru Mikail Palaiologos, 1264’te kızı Maria Despina’yı Moğollarla iyi geçinmek için İlhanlı Hükümdarı Hülagü Han ile evlendirmek istemiş. Maria, çeyiziyle İstanbul’dan yola çıkmış ama yolculuk aylar sürdüğü için Hülagü Han ölmüş. Maria, onun yerine Hülagü Han’ın oğlu Abaka Han ile evlenmiş ve burada 15 yıl yaşamış; öncesinde Şaman olan Abaka Han’ı da Hristiyan yapmış. Abaka Han’ın Müslüman kardeşi durumu öğrenip Abaka Han’ı öldürmüş ve Maria’yı İstanbul’a geri yollamış. Döndüğünde, kilisenin yakınında bir kadınlar manastırı kurmuş ve rahibe hayatı yaşamış.

Zamanla İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet, kendi adına yaptırdığı Fatih Camii’nin mimarı Rum Hristodulos’u (Atik Sinan Paşa) mükâfatlandırmak için ona emeğinin karşılığı olarak ne istediğini sormuş. Hristodulos, annesiyle birlikte ibadet ettiği Panayia Muhliotissa Kilisesi’nin kilise olarak kalmasını istemiş. Fatih Sultan Mehmet bu isteği kabul etmiş ve kilisenin dokunulmazlığına dair bir ferman çıkarmış. Bu ferman günümüzde hâlâ kilisede görülebiliyor.

Bir diğer dikkat çekici özelliği de dört yapraklı yonca planlı Bizans kiliselerinin günümüze kalan tek örneği olmasıdır. “Kanlı Kilise” adıyla anılmasının iki rivayeti var: Birincisi, İstanbul’un Fethi sırasında Bizans askerlerinin kanlarının kilisenin bulunduğu tepeden aktığı; ikincisi ise Fatih’in askerlerinin kilisede ibadet eden halkı kılıçtan geçirmesi sonucu her yerin kana bulanması.

Fener’de yürürken, yıkık bir kilisenin tepesinde Bizans’ın çift başlı kartalını görebilirsiniz. Burası, Vlah Sarayı olarak da bilinen ve kısa süreliğine Patrikhane’ye ev sahipliği yapmış Panayia Vlahsaray Rum Ortodoks Kilisesi’nin kalıntısıdır. Aynı zamanda Teselli Eden Meryem Ana (Panayia Paramithias) Kilisesi olarak da anılır. Bu kilise, Patrikliğin bugünkü yerine gelmeden önce uğradığı kısa duraklardan biriydi.

Kilise ve saray, Vlah Ortodoks (Romanya) halkına Kanuni Sultan Süleyman tarafından hediye edilen arazi içine inşa edilmiş ve 1587 yılında Pammakaritsos Manastırı’ndan (bugünkü Fethiye Camii) kovulan İstanbul Rum Patrikliği’ne tahsis edilmiştir.

Daha çok Ulah Sarayı adıyla anılır; çünkü Kantemirler gibi zengin ailelerin yanı sıra, Kantakuzenos ailesi de bir zamanlar Eflak hospodarlığı yapmış soylulardandır. (1711’den önce Eflak ve Boğdan’da yöneticilik yapan yerli soylulara Voyvoda, bu tarihten sonra Osmanlı’nın atadığı Fenerli Rum beylere hospodar denmiştir. Bu sistem, 1821’deki Mora Ayaklanması’na kadar sürmüş, sonra eski düzene dönülmüştür.)

Kilisenin bahçesinde hâlâ ayakta duran tarihi bir çınar ağacı bulunur ve ziyaret edenleri geçmişin sessiz tanığı gibi karşılar.

İstanbul’da 1990 yılında kurulan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı, Osmanlı döneminden günümüze kadar Türkiye’de üretilmiş kadınlara ait ya da kadınlarla ilgili eserleri ve belgeleri barındırıyor.

Kütüphane, Jale Baysal, Aslı Davaz, Şirin Tekeli, Füsun Ertuğ Yaraş ve Füsun Akatlı tarafından kurulmuş. 1990’dan bu yana tamamen kadınların üretimlerini, kadın örgütlerinin faaliyetlerini, görsel ve işitsel çıktıları arşivliyor. Bu çalışmalar, erkek egemen toplumda değeri çoğu zaman fark edilmeyen kıymetli üretimlerin kaybolmasını önlüyor. Özellikle tez konusu kadınlar ve kadın üretimi olan akademisyenler ve öğrenciler için bulunmaz bir kaynak. Yıl boyunca paneller, konuşma dizileri, kermesler, otobiyografik sohbetler ve gösterimler gibi pek çok etkinlik düzenleniyor.

Aynı bölgede, İBB tarafından dokusu bozulmadan restore edilen üç Fener evi, günümüzde Haliç Sanat adıyla bir sanat merkezine dönüştürülmüş. Evlerin geçmişi 18. yüzyıla kadar uzanıyor; zamanında depo, eğlence mekânı, atölye ve konaklama yeri olarak kullanılmış. Uzun süre izbe ve bakımsız kalan evler, restorasyon sayesinde yeniden hayat bulmuş. Restorasyon sırasında detaylara büyük özen gösterilmiş.

Evler, Haliç 1-2-3 olarak adlandırılıyor:

•Haliç 1 ve Haliç 2, sergi alanı olarak kullanılıyor ve özellikle Haliç 1’de mimari detaylar dikkat çekiyor.

•Haliç 3 ise Beltur olarak hizmet veriyor.

Bu üçlü hem tarihî dokuyu koruyor hem de Fener’in kültürel ve sanatsal hayatına yeniden renk katıyor.

Deniz kenarında, Neo-gotik üslupta yeşilimsi gri bir yapı olan Stevi Stefan Bulgar Kilisesi, Fener’in ilginç ve dikkat çekici yapılarından biridir. Girişte, kilisenin yapımının Viyana’ya dayandığını belirten küçük bir plaket yer alır.

Kilisenin en ilginç yanı, çoğu 500 ton ağırlığında demirden yapılmış olmasıdır. İç ve dış tüm parçalar Viyana’daki bir fabrikada dökülmüş, önce Tuna, sonra Karadeniz’den taşınarak buraya getirilmiş ve monte edilmiştir. Hatta içerideki mermer görünümlü sütunlar bile demirdendir!

Kilisenin bir de efsanesi var: Osmanlı padişahı, Bulgarların bu kiliseyi yapmasını istememiş. Ancak Bulgarlar ısrar edince, padişah “Bir ay içinde yaparsanız izin veriyorum” şartını koymuş. Bu yüzden Bulgarlar, kiliseyi dökme demirden tercih ederek sadece bir ayda monte etmişler. Dönemin padişahı Abdülaziz ve sadrazam Ali Paşa, aslında kiliseye izin vermek istememişler. 1800’lerin sonlarında milliyetçilik her yerde etkisini gösteriyordu; Fener’deki Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı kalmak istemeyen bağımsız ve milli Bulgar Ortodoks Kilisesi, Osmanlı otoritesi için bir tehdit olarak görülüyordu. Ama sonunda dayanamadılar ve izin verdiler.

Kilisenin karşısında Eksarhlık binası bulunuyor. Bahçedeki metropolit mezarlarını süsleyen heykeller, Bulgaristan’daki Türk azınlığa baskı yapıldığı dönemde parçalandığı için şimdi içeride korunuyor. O dönemlerde İstanbul’daki Bulgar nüfusu oldukça fazlaydı; İstanbul’a “Tzarigrad” derlerdi. Bugün bu cemaat, çoğu Makedon kökenli olmak üzere yaklaşık iki bin kişi kadar. Bulgarlar, geleneksel olarak mandra ürünleri – özellikle kaymak – üretiminde de adlarını göstermişler.

Bulgar Kilisesi’ni geçip Haliç’in içine doğru yürüdüğümüzde, kısa bir mesafe sonra küçük bir Ortodoks kilisesi ile karşılaşıyoruz: Tur-i Sina Manastırı. Burası, diğer adlarıyla Balatkapi Ioannis Prodromos (Vaftizci Yahya) Kilisesi, Aya Yoni Metohi Kilisesi veya Balatkapı Ioannes Prodromos Metokhion olarak bilinir. 1866’dan bu yana Mısır’daki Sina Yarımadası’nda bulunan Aziz Ekaterina Manastırı’nın temsilciliğini yapmaktadır.

Kilisenin önünde, caddeden ayıran kompleks bir bina yer alır; burası Metohion olarak adlandırılır. Kudüs’teki Holy Sepulchre Kilisesi ile bağlantılı olarak hizmet veren bu yapı, Tur-i Sina’daki Aya Katerina Manastırı’nın İstanbul’daki koludur. Bina, Metohion arkimandritinin (manastır başkanı) konutu olarak inşa edilmiş ve İstanbul’un en eski konutlarından biridir; yapılışı 17. yüzyılın sonlarına uzanır. Bu bina, günümüze kalmış birkaç Fener konağından biri olarak değer taşır.

Evler, Almaşık Duvar Tekniği kullanılarak taş ve tuğladan inşa edilmiştir. Her katta sokağa doğru uzanan zarif konsollar, duvardan taşarak üzerindeki çıkıntıyı altından destekler ve bazen kemerler, yontular, sütunlar, pilasterler veya balkonlarla bağlantılıdır; frizler ve kabartmalarla süslenmiş olabilir. Bu mimari detaylar, yapıyı hem estetik hem de dayanıklı kılar.

Kiliseyi ilginç kılan bir diğer özellik ise, büyük Yunanlı matematikçi Arşimed’in yedi çalışmasının 10. yüzyıl kopyalarından üçünün burada korunmuş olmasıdır: “Yöntem”, “Stomachion” ve “On Floating Bodies”. Bugün bu değerli kopyalar, ABD Baltimore’daki Walters Sanat Müzesi’nde korunuyor.

Kilisenin hemen arkasında bir kapı bulunur; bu kapı, Vaftizci Yahya Kilisesi’nin avlusuna açılır. Burası, bir zamanlar Metohion’un parçası olan manastırın şapelidir. Bizans döneminde kurulmuş, pek çok kez yanmış ve yeniden inşa edilmiştir; günümüzdeki yapı 1830 yılına aittir.

İlerleyip Yanbol Sinagogu önünden Ayan Caddesi’ne yöneldiğimizde, 25 numarada karşımıza 1833 tarihli Balat Aya Strati Kilisesi (Balatkapı Taksiarhi) çıkar. Bu kilise, İmrozlular tarafından yaptırılmıştır ve bölgenin dini ve kültürel dokusunun önemli bir parçasıdır.

Balat Yahudileri içinden kalabalık gruplar 1950’lerden başlayarak İsrail’e göçtüler. Geri kalanlar da şehrin başka yerlerine taşındıkları için Balat’ta bir avuç Yahudi kaldı. Ahrida’nın halen açık durması ve ayin yapılabilmesi için bazı Museviler, aslında kendi dini kurallarını da aykırı bir biçimde, başka yerlerden buraya geliyorlar. Musevilikte bir sinagogun açık olması için en az on erkek cemaati olması ve cemaatin sinagoga normal yürüme mesafesinde yaşıyor olması gerekiyor.

Balat’ın en eski sinagogunun burada olduğu söylenir. 19. yy. ortalarından kalmadır. Bu yakınlarda yeniden restore edildi. Bu sinagoga bağlı bir de ilkokul varmış. Vodina caddesi üstünde eski hahamhane vardı. Bu blokun bir parçasında da Çana Sinagogu bulunuyordu.

Agora Meyhanesi hemen karşısında da Yanbol (Nigbolu) kasabasından göç ederek Balat’a yerleşenlerin kurduğu Yanbol Sinagoğu.

Ayan Caddesi üzerinde dört sokak geriye yürüyüp sola döndüğümüzde Kürkçü Çeşme Sokağı’nın biraz güneyinde, karakolun az ilerisinde ve sağda ise Ahrida (Makedonya’nın Ohrid kasabasından gelen Yahudiler yaptırmıştır) Sinagogu var. 1942’de İspanya’dan sürülen Yahudiler, Sultan II. Beyazıt tarafından Ormanlı topraklarına kabul edilmiş. Gelenlerin yerleşmek için en çok tercih ettikleri semt, Balat olmuş. Sonraki yıllarda Portekiz ve Rodos’tan gelenlerle nüfus artmış ve Balat, İstanbul’un en kalabalık Yahudi mahallesi haline gelmiş. O dönemlerde Balat’ta 19 sinagog varmış. Bunların içinde en eskisi Ahrida Sinagogu. XV.yy. başlarında yapılan sinagog, İstanbul’un en eski Musevi ibadethanesi. Sinagogun sonraki yıllarda yapıldığı anlaşılan “teva”sı (dua kürsüsü) gemi pruvası şeklinde. Yahudileri İspanya’dan getiren geminin pruvasını sembolize ettiği söylenir. 500 kişilik kapasitesi ile İstanbul’un en geniş sinagoglarından.

Mürselpaşa Caddesi üzerindeki üstünde çatısı göçmüş, çoğu yıkılmış durumda Selanik Sinagoğu. Gördüğünüz o beşbin tarihi Tora takviminin başlangıcı olan 3671’I çıkarıp eserin yapılış tarihini bulabilirsiniz.

“Baş Melek” anlamına gelen Hreşdagabet ismi, kilisenin Baş Melekler Mikhail ve Cebrail’e adanmasından geliyor. Bölgedeki yoğun Ermeni cemaatine tahsis edilen bu yapı, aslında bir zamanlar Ortodoks Rum kilisesiymiş. Bu sebeple kilisenin altında bir kutsal su alanı da bulunuyor.

Bir zamanlar kaderine terk edilmiş olan başka bir kilisenin yerine 1835’te inşa edilen Surp Hreşdagabet, yapılan onarım ve restorasyonlarla zamanın dişlilerine direnmiş. İç mekânı, dış cephesinden daha görkemli ve süslü; Aya Yorgi’nin bir ejderhayı öldürüşünü ve İsa’nın Göğe Yükselişi’ni gösteren kabartmalarla donatılmış.

Kilisenin bir diğer özelliği ise ‘Mucizeler Kilisesi’ olarak da anılması. Eylül ayının her ikinci cumartesi günü düzenlenen ayinle, hastaların şifa bulduğuna inanılıyor.

Hemen karşısında ise Balat Khorenyan Ermeni Okulu bulunuyor. 20. yüzyılın ilk yarısında iki yangın geçiren okul, bir süre eğitim amacıyla kullanıldıktan sonra sabun imalathanesi ve tütün deposu olarak işlev görmüş.

Ayvansaray’a doğru yürüyüşe devam ederseniz, karşınıza Mimar Sinan eseri olan Ferruh Kethuda Camii çıkar. Camiyi, Kanuni’nin sadrazamı Semiz Ali Paşa’nın kahyası Ferruh Ağa 1563’te inşa ettirmiş.

İlk yapıldığında çevresinde çeşme, mahkeme binası, medrese ve tekke binaları da bulunuyormuş, ancak zamanla sadece cami ayakta kalmış. Osmanlı döneminde bir tekke olarak kullanılmış; tekkelerin kapanmasının ardından bir süre boş kalmış. 1986’da büyük bir onarım geçirmiş. Caminin en dikkat çekici özelliği ise arka tarafında yer alan güneş saati.

Caminin karşısında ise Balat Hamamı bulunuyor. Fatih Sultan Mehmet döneminden kalma bu hamam, şehrin hâlen çalışan en eski hamamlarından biri olma özelliğini taşıyor.

Balat’ın ara sokaklarından birinde, geçmişin sessiz tanığı olarak duran Panayia Balino Kilisesi, Bizans döneminden kalma bir Rum Ortodoks yapısıdır. Dışarıdan bakıldığında sadeliğiyle dikkat çeker; ama içine adım attığınızda yüzyılların birikimi olan taş duvarlar, küçük ama zarif ikonalar ve huzurlu bir atmosferle karşılaşırsınız.

Kilisenin en ilginç özelliği, tarih boyunca mahallede yaşayan farklı toplulukların günlük hayatına karışmadan, kesintisiz olarak ibadete açık kalmış olmasıdır. Özellikle Panayia’ya adanmış olan kilise, Ayasofya gibi büyük yapılar kadar gösterişli olmasa da Balat’ın çok kültürlü dokusunu ve mahalle sakinlerinin inancını yansıtan bir hazine niteliğindedir.

Kilisenin adı, halk arasında “Balino” olarak anılsa da, bu isim muhtemelen uzun yıllar boyunca kullanılan yerel bir söyleyişten gelmektedir. Bugün kilise, çevresindeki ahşap ve kagir evlerle birlikte Balat’ın saklı tarihini keşfetmek isteyenlerin uğrak noktalarından biridir.

Panayia Balino Kilisesi önünden Mahkeme Altı Caddesi üzerinde yürümeye devam ettiğinizde yol kısa bir süre sonra Kırkambar Sokağı adını alır. Bu sokağın sonunda sağda, büyük ölçüde 1730 yılından kalma ve 1597–1601 yılları arasında Patrikhane Kilisesi olarak görev yapmış olan Ayvansaray Aya Dimitri Kilisesi (Demetrios Kanabu Rum Ortodoks Kilisesi) karşınıza çıkar.

Kanabu Kilisesi, caddeye sırtını dönmüş, huzurlu bir çiçek bahçesi içinde yer alır. Tarih boyunca İstanbul’daki Ortodoks cemaati için önemli bir merkez olmuş ve 1597–1601 yıllarında kısa süreliğine Patrikhane Kilisesi görevini üstlenmiştir. Bu küçük ama etkileyici kilise hem mimari özellikleri hem de geçmişte üstlendiği dini rol ile Balat’ın çok katmanlı tarihini gözler önüne serer.

Parkın kenarında Ayvansaray Caddesi üzerinde Sultan II. Mehmet’in Konstantinopolis’j kuşattığı sırada Haliç’te mavnalar üzerinde kurdurduğu geçici köprünün Balat’taki ayağı olduğu söylenen burç görülür.

Haliç kıyısına çıktığınızda sağda, deniz tarafında, 1900’lerin başında hizmet vermeye başlayan Balat Or-Ahayim Musevi Hastanesi’ni görebilirsiniz. 1898 yılında mimar Gabriel Tedeschi tarafından inşa edilmiş olan yapı, kâgir ve neoklasik üsluptadır. Zaman içinde bazı eklemeler yapılmış, içindeki sinagog başka bir yere taşınmıştır

İlk başta içinde bir sinagog da bulunan yapı, zaman içinde çeşitli eklemeler ve restorasyonlar geçirmiştir. Bu sinagog daha sonra taşınmış, ancak binanın orijinal mimari dokusu korunmuştur. Cephelerdeki taş işçiliği, neoklasik detaylar ve giriş kapısındaki süslemeler, yapının estetik değerini ortaya koyar.

Hastane, sadece sağlık hizmeti vermekle kalmamış, Balat’taki Musevi topluluğu için sosyal ve kültürel bir merkez işlevi de görmektedir.

Ancak, 18 Temmuz 2025 tarihinde hastanenin yönetim kurulu tarafından alınan kararla sağlık hizmetlerinin kalıcı olarak sona erdirileceği duyuruldu.

Kuruluşu, dönemin Türk Yahudi cemaati liderlerinin ve hayırseverlerin çabalarıyla gerçekleşmiş. İlk olarak küçük bir sağlık ocağı olarak faaliyete başlayan hastane, zamanla gelişerek İstanbul’un en köklü sağlık kurumlarından biri haline gelmiş. Birinci Dünya Savaşı, Balkan Savaşları ve İstanbul’un işgali gibi kritik dönemlerde yaralı askerlere sağlık hizmeti sunarak önemli bir rol üstlenmiş.

Hastanenin kapanması, Balat semt sakinleri ve sağlık camiası tarafından büyük bir kayıp. Mimari açıdan da önemli bir yapı olan hastane, neoklasik üslupta inşa edilmiş ve semtin simgelerinden biri olarak kabul edilmekte. Kapanışın ardından, hastanenin geleceği ve binanın ne amaçla kullanılacağına dair henüz resmi bir açıklama bulunmamaktadır.

Ayvansaray, kara surlarının Haliç surlarıyla birleştiği bölgenin iç kısmında yer alıyor. Tarih boyunca İstanbul’un en yoksul yerleşimlerinden biri olmuş. Nüfusu çoğunlukla Türklerden oluşsa da, farklı toplulukların da burada izleri var. Bir zamanlar İstanbul’un Çingene nüfusunun yoğun yaşadığı semtlerden biriydi; ama bu özellik günümüzde pek kalmadı. Özellikle 1980’lere kadar Haliç kıyısındaki mezbelelikler bu semtin çehresini belirliyordu.

Osmanlı döneminde Ayvansaray, kayıkhaneleri, kalafatçıları (yani gemi bakım ustaları), birdenbire ortaya çıkan sahabe mezarları, sahil yalıları, bostanları ve rengârenk Çingeneleriyle biliniyordu. Ne yazık ki yıllar içinde çıkan yangınlar ve zamanın getirdiği değişimlerle bu özelliklerin çoğunu kaybetti. Yine de Ayvansaray, tarihiyle, surlarıyla ve içinde barındırdığı hikâyelerle hâlâ keşfedilmeye değer, turistik bir hazine gibi karşımıza çıkıyor.

Kara surlarıyla Haliç surlarının birleştiği noktada, Bizans döneminde Pterion ya da halk arasında bilinen adıyla İçhisar denilen bir avlu bulunurdu. İşte tam da buranın caddeye bakan yüzünde, Ayvansaray Caddesi üzerinde 1712 yılında yapılmış zarif bir eser karşımıza çıkar: Hatice Sultan Sebili ve Çeşmesi. Halk arasında Ayvansaray Mektebi Çeşmesi olarak da bilinir.

Banisi, IV. Mehmed’in kızı Hatice Sultan’dır. Sebil üç pencerelidir; pencerelerde baklava dilimlerinden oluşan şebekeler vardır. Bu şebekelerin üzerinde sivri kemerle taçlandırılmış altı göz yer alır; işte buradan halka su dağıtılırdı. Sebilin hemen yanındaki çeşme ise daha sade, klasik üslupta inşa edilmiştir.

Her iki yapının da dönemin mimarbaşı Bekir Ağa tarafından yapıldığı düşünülmektedir.

Sebiller, Osmanlı’da sadece su dağıtmak için yapılmazdı; aynı zamanda toplumsal yardımlaşmanın ve hayırseverliğin simgesi olarak görülürdü. Yolculuk edenler, işine gidenler veya sadece etrafta dolaşan insanlar buradan su içerek hem susuzluklarını giderir hem de hayır işleyen kişilerin adını hatırlarlardı. Yani bir sebilin önünden geçerken aslında hem tarih hem de küçük bir kültürel ritüel içinde yürüyorsunuz demekti.

Muhammed El Ensari Medine’lidir. İstanbul’un fethi için yapılan Arap seferine katılarak İstanbul’a gelmiştir. Kuşatma esnasında şehit düşer. Şehit edildiği yerde türbesi inşa edilmiştir. Eyüp Sultan hazretlerinin arkadaşı olduğu rivayet edilir.

Türbe’nin giriş kapısı üzerinde Sultan 2. Mahmut Han’ın tuğrası vardır. Türbe kapısının üzerindeki kitabede türbenin Sultan II. Mahmut tarafından birçok defa onarıldığı anlatılmaktadır.

Türbe’nin tamir kitabesinin metni Vak’anüvis (Osmanlı İmparatorluğu döneminde, zamanın olaylarını saptayıp tarihe geçirmekle görevli devlet tarihçisi.) Es’ad Efendi’ye hattı ise Hattat Yeserizade Mustafa İzzet efendiye aittir.

Türk ta‘lîk hattını, özellikle celî tarzında eşsiz olan Yesârîzâde, yaklaşık 60 yıl süren sanat hayatı boyunca hiç durmadan yazmış ve vefatından sonra 65 bin satır celî ta‘lîk kalıbı bırakmış.

Hattat Filibeli Ârif Efendi’nin rivayetine göre Yesârîzâde, ta‘lîk hattında ölçü kabul edilen “nun” harfini kâğıda defalarca, önce sağdan sola sonra da tam ters yönde çok hızlı bir şekilde yazarmış. Hat meraklıları bu yazıları ölçtüklerinde, harflerin birbirine tamamen uyumlu olduğunu görüp hayran kalırlarmış.

Celî ta‘lîk, Osmanlı hat sanatında kullanılan ta‘lîk yazı türünün büyük boyutlu ve gösterişli biçimidir.

• “Ta‘lîk”: İran’da doğmuş, Osmanlı’da da çok gelişmiş, zarif ve akıcı çizgilere sahip bir yazı stilidir. Daha çok şiirler, edebî metinler ve özel yazılar için tercih edilmiştir.

• “Celî”: Hat sanatında “iri, büyük” anlamına gelir. Yani yazının büyük boy kalemle, geniş satır aralıklarıyla ve süslemeye uygun şekilde yazılmasıdır.

Dolayısıyla celî ta‘lîk, ta‘lîk hattının büyük boy kalemle yazılan, özellikle cami kitabeleri, mezar taşları, levhalar ve mimari yazılarda kullanılan ihtişamlı biçimidir.

Ayvansaray’da ana caddede yürürken, eski bir kapının yerini gördükten sonra Kuyu Sokağı’ndan içeri girdiğinizde karşınıza büyük bir bahçenin içinde Vlaherne, yani Blaherna Meryem Ana Ayazması ve Kilisesi çıkar. Burası Bizans zamanında Blaherna Sarayı’nın ayazmasıymış; saraydan çıkmadan buraya gelmek mümkün değilmiş. Üstüne bir de İmparatoriçe Pulheria bir kilise yaptırmış. Bir süre sonra Kudüs’ten gelen iki Bizanslı, Meryem Ana’ya ait olduğunu iddia ettikleri giysileri buraya getirmiş ve kilise böylece daha da önem kazanmış. Ne yazık ki İstanbul’un fethinden yirmi yıl önce çıkan bir yangında hem kilise hem de kutsal giysiler yanmış.

Kilisenin en ünlü hazinesi, elleri iki yana açılmış ve göğsünde İsa madalyonu bulunan Meryem Ana ikonasına, Vlaherne Meryemi deniyor. Panayia Vlaherne, diğer kiliselerden bir farkla öne çıkıyor: ayinler Pazar değil cuma günü yapılıyor. Cuma günleri ayin yapılan tek kilise burası. İçinde geniş bir avlu var ve İmparator Markianus’un karısı Pulheria tarafından inşasına başlanmış. Tamamlanması I. Leon dönemine denk geliyormuş.

Kilisenin bugünkü hali, 1867’de Romenos tarafından baştan yapılmış ve ibadete açılmış. İlk inşaatı başlatan Pulheria’nın adını hâlâ taşımaya devam ediyor. İçinde Rumlar tarafından kutsal kabul edilen bir su, yani ayazma bulunuyor ve bu ayazma hem Hristiyanlar hem de Türkler tarafından şifa bulmak için ziyaret ediliyor.

Aynı bahçede, 1900’lerde yapılmış küçük, şirin bir kilise daha var. Ayazma da buranın içinde yer alıyor. Geniş ve bakımlı bahçesiyle burası, hem tarihi hem de manevi olarak Ayvansaray’ın mutlaka görülmesi gereken noktalarından biri.

Ayvansaray’da dikkat çeken yapılardan biri de Atik Mustafa Cami, yani Hazret-i Cabir Camii. Aslında bu cami, 9. yüzyıldan kalma Aya Tekla Kilisesi’nin yerine inşa edilmiş. 2. Beyazıt döneminde, Sadrazam Koca Mustafa Paşa tarafından 1490’da kilise camiye çevrilmiş. Caminin adı, içinde bulunan Hz. Cabir türbesinden geliyor.

İlginç bir efsane de anlatılır: I. Leon döneminde Galbios ve Kandidos adında iki patris, Kudüs’ü ziyaretlerinde Meryem’in elbisesini çalarak Bizantion’a getirirler. Blahernia semtinde havari Petros ve Markos adına bir kilise yaptırırlar ve kutsal giysiyi buraya koyarlar. Ancak imparator durumu öğrenince, daha büyük olan Blaherna Kilisesi’ni inşa ettirir ve elbiseyi oraya taşır.

Caminin hemen karşısında, muhtemelen 1692 tarihli Şatır Ahmet Ağa Çeşmesi yer alıyor. Caminin önünde eskiden bir vaftiz havuzu bulunuyormuş; bugün bu havuz Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Ayrıca kuzey duvarında dikkat çeken bir güneş saati var.

Fener-Balat-Ayvansaray’daki çeşmelerin kendine has bir düzeni vardır. Suyun biriktiği hazne, üzerine musluk takılan musluk taşı veya ayna taşı, akan suyun etrafa dağılmasını önleyen tekne (kurna), su içenlerin oturabileceği bekleme sekisi ve kapların konacağı ufak nişler… Tüm bu parçalar bir araya gelerek hem işlevsel hem de estetik bir bütün oluşturur. Çeşmeyi yaptıran ve tarihini nükteli bir biçimde veren kitabe de çoğu zaman olmazsa olmazdır. Bazen de su içenleri yağmurdan ya da güneşten koruyan saçaklar ve çeşmeyi çevreleyen silmeler görülür. Musluklar ise genellikle sürekli akan “salma” veya suyu denetleyen “burma” biçimindedir.

Nalıncı Kasım Sokak Çeşmesi

Cibali’deki Nalıncı Kasım Sokak üzerinde bulunan bu Osmanlı dönemi çeşme, maalesef artık bakımsız ve suyu akmıyor. Teknesi yol seviyesinin altında kalmış ve kitabesi günümüze ulaşmamış. Çeşme, Kadir Has Üniversitesi olarak kullanılan Cibali Tütün Fabrikası’nın dış duvar cephesine gömülü durumda.

Mismarcı Çeşmesi

Adını bulunduğu Mismarcı Çeşmesi Sokak’tan alan bu çeşme, İncebel Sokak ile kesiştiği noktada yer alıyor. Kitabesi yok ama isminin çivi imalatı yapan bir kişi tarafından yaptırıldığı tahmin ediliyor. Suyu artık akmayan çeşmenin kemer üstünde iki büyük kabartma motifi ise göz alıcı bir detay.

Halil Ağa Çeşmesi

Balat’taki Vodina Caddesi’nde, Tahta Minare Camii’nin yanında bulunan Halil Ağa Çeşmesi, 2024 yılında Fatih Belediyesi tarafından restore edilerek özgün haline kavuşturulmuş. Artık eski ihtişamıyla Fener-Balat sokaklarını süslüyor.

Yerköylü Ahmet Ağa Çeşmesi

Abdülezel Paşa Caddesi üzerinde, Haliç Sanat 2 numaralı yapının bulunduğu Haliç sur duvarının ucunda karşımıza çıkıyor. Ayna taşı ve kitabesi mermerden yapılmış. Üzerinde dikdörtgen çerçeveli iki satırlık kitabeler bulunuyor: İlk kitabe çeşmenin Yerköylü Hacı Ahmet Ağa tarafından 1832-33’te yaptırıldığını bildiriyor, ikinci kitabe ise Binbaşı Насı Веу’nun validesi Hatice Hanım’ın ruhu için çeşmeyi tamir ettirdiğini anlatıyor.

Sol tarafımızdaki yol, bizi kara surlarının Haliç surlarıyla birleştiği noktaya, yani Heraklios ve Leon surlarının bulunduğu bölgeye çıkarıyor. Leon’un surlarından geriye yalnızca dış duvar kalmış. Üç kuleden birinin şehir dışına bakan yüzünde, Fars sanatında zümrüdüanka olarak bilinen, kanatlı ve dev bir yaratık olan Simurg’un kabartması hâlâ dikkat çekiyor. Bu alanda artık pek izleri kalmamış bir ayazma, küçük bir türbe ve mezarlık da bulunuyor. Rivayete göre bu türbede sahabeler ve Toklu İbrahim Dede gibi, Arap kuşatması sırasında ölen kimseler yatıyor.

Bizans imparatorlarının Latin işgalinden sonra sürekli yaşadığı Blaherna Sarayı’nın yapımı 500’lü yıllarda başlamış. Manuel Komnenos döneminde surların bu bölgesi güçlendirilip saray daha sık kullanılan bir yer hâline gelmiş. Ancak Sultanahmet’teki Büyük Saray gibi, Blaherna’dan bugüne çok fazla kalıntı ulaşmamış; taşların çoğu çevredeki küçük evlerin yapımında kullanılmış.

Bugün Ivaz Efendi Camii’nin kara surlara bakan giriş terasında, sura bitişik sarayın İsaak Angelos Kulesi’nin kalıntılarını görebiliyoruz. Bu taşlar, geçmişin hikâyelerini sessizce fısıldayan küçük bir zaman kapsülü gibi.

Ayvansaray’dan Eğrikapı’ya doğru yürüyünce, Dervişzade Sokağı köşesinde Emir Buhari Tekkesi karşımıza çıkar. Tekke, 1512 yılında Emir Ahmed Buhari tarafından yaptırılmıştır. İstanbul’da bunun dışında yalnızca iki Emir Buhari Tekkesi daha bulunur: Biri Fatih’te, diğeri Edirnekapı’dadır.

Emir Ahmed Buhari’nin doğum yılı tam olarak bilinmese de, İstanbul’da yaşamış büyük velîlerden biri olduğu kesindir. Fatih’te yıllarca talebe yetiştirmiş, medrese ve dergahlarda gençleri eğitmiştir. Abdullah İlahi Hazretleri’nin hizmetinde bulunduktan ve talebelerini yetiştirdikten sonra, hocasından izin alarak Hac’a gitmiş; dönüşte bir süre Simav’da kalmış ve ardından İstanbul’a dönerek Ebul Vefa Hazretleri dergahında kabul görmüştür. Daha sonra Fatih’te kendisi için hazırlanan mekâna taşınmış ve burada talebelerini yetiştirmeye devam etmiştir.

Taliplerinin sayısı giderek artınca, II. Bayezid döneminde Fatih Camii’nin batısında bir mescid ve dervişler için hücreler inşa ettirilmiş; böylece burası resmi olarak Nakşibendi tekkesi hâline gelmiştir. Tekkedeki topluluk büyüdükçe, Ayvansaray ve Edirnekapı’da da birer tekke açılmıştır.

Emir Buhari Mescidi ve Tekkesi, Emir Buhari’nin torunu ile evlenen Şeyh Muslihuddin Efendi tarafından yeniden düzenlenmiş; 19. yüzyılın ortalarında ise tamamen yeniden inşa edilmiştir. 1925’te tekkelerin kapatılmasının ardından bakımsız kalan yapı, 1946 ve 1962’de çıkan yangınlarda harem, mescid ve tevhidhaneye ciddi zarar görmüştür.

Günümüzde restore edilmiş hali ile geriye kalan geçmişin sessiz tanığı olarak hâlâ sokakta varlığını hissettiriyor.

Edirnekapı ile Ayvansaray arasında, Anemas Zindanları ve Eğrikapı’ya oldukça yakın bir noktada, kara surlarına cepheli Kazasker İvaz Efendi Camii ve Haziresi bulunuyor. Halk arasında bu yapıya Eğrikapı Camii de deniyor.

Cami, Kanuni Sultan Süleyman döneminde hem Rumeli hem de Anadolu kazaskerliği görevlerinde bulunan İvaz Efendi tarafından inşa ettirilmiş. Kazasker İvaz Efendi (ö. 1586) ise kıble duvarının önündeki hazîrede toprağa verilmiş.

İvaz Efendi Camii, usta Mimar Sinan’ın imzasını taşıyan, başka Türk camilerinde pek rastlanmayan oldukça sıra dışı bir yapıdır. Öncelikle normal bir şadırvan avlusu yoktur, caminin içinde şadırvan da bulunmaz. Yapı, kesme taş ve tuğlanın uyumlu bir karışımıyla inşa edilmiş. Her tarafında benzersiz detaylar barındıran camide, alışılmış taç kapı da yoktur; bunun yerine, yanlarda insan boyu ölçülerinde, mermer söveli ve yay kemerli küçük kapılardan içeri giriliyor.

16.yüzyılın en kaliteli İznik çinileri, özellikle mihrabın etrafında göz kamaştırıcı bir şekilde kullanılmıştır. Başlıklardaki kum saatleri motifi de çiniyle işlenmiş. Minare ise alışılmışın dışında, kıble duvarının köşesine konumlandırılmış; böylece cami hem mimarisi hem de estetik detaylarıyla dönemin öne çıkan eserlerinden biri hâline gelmiş.

Dervişzade sokağın başında İvaz Efendi Cami’nin tam karşısında önümüze altıgen -altı cepheli- bir meydan çeşmesi çıkıyor. Hemen yanındaki camiden ismini alan İvaz Efendi Meydan Çeşmesi, Mimar Hacı Mustafa Ağa Çeşmesi olarak da biliniyor. Çeşmenin kitabesi bulunmamaktadır. Çeşme, 1179 yılında yapılmış. Çeşmenin üst kısmını boydan boya oymalı, desenli bordür dolaşmaktadır.

Dervişzade Sokağı yokuş aşağı devam ediyor ve solda, Ivaz Efendi Camii’nin avlu duvarına bitişik olarak İBB tarafından restore edilen Anemas Zindanları karşımıza çıkıyor. Ne yazık ki etrafı çevrili olduğu için içeriyi göremedik.

Zindanların tarihi oldukça etkileyici: 11. yüzyılda, Doğu Roma yani Bizans döneminin en büyük saraylarından biri olan Blakhernai Sarayı’nın bir parçası olarak inşa edilmişler. Sur duvarlarına bitişik, 14 hücre odasından ve bu odaların altındaki iki katlı bodrumdan oluşan bu yapı, dönemin hem güvenlik hem de ceza sistemi anlayışını gözler önüne seriyor.

Bir de ilginç bir not: Bazı kaynaklar “Anemas Zindanları” adının sonradan, hayali olarak verildiğini, tarihsel bir dayanağı olmadığını söylüyor.

Eğrikapı’ya varmadan, ileride sola saptığınızda karşınıza Rum Ortodoks Panayia Suda Kilisesi çıkıyor. Yüksek duvarlarla çevrili bu kilise, bazilika planlı ve üç nefli; yani klasik Bizans kilise mimarisinin güzel bir örneği. Alt katında ise ikonostasyonlu mermer bir havuz ve Timiazomi ayazması bulunuyor, bu yüzden burası hem tarih hem de manevi anlam açısından oldukça ünlü.

Biraz dramatik bir hikayesi de var: 810 yılında Bizans İmparatoru I. Nikeforos, kendisini öldürmek isteyen bir kişiyi, akıl hastalarının şifa bulduğu inanılan bu kiliseye kapatmış. Hatta Bizans zamanında buraya asılan delilerle ilgili anlatılan hikayeler de var; ne kadar doğru bilinmez.

Ayvansaray’dan Tekfur Sarayı’na doğru ilerlerken, kara surların uzantısında Manuel Komninos, Iraklios ve Leon surları gelir.

Saraydan hemen sonra Theodosios surları sona erer ve Manuel Komnenos surları başlar. İlginç bir detay: Komnenos surları batıya doğru hafif bir bombe yapıyor, yani surun çizgisi dümdüz değil, küçük bir kavisle ilerliyor.

Sur boyunca yürüdüğümüzde, kara surların son kamusal kapısına, yani Eğrikapı’ya (diğer adıyla Kaligara) ulaşıyoruz. Rivayete göre burası, Bizans döneminde ayakkabıcı esnafının yoğun olduğu bir bölgeymiş. Kapının adının “Eğri” olmasının nedeni ise kapidan içeri girmeden önce yol keskin bir dirsek yapmasi, bu da kapıya girerken bir eğrilik yaratıyor. Bazı kaynaklar bu eğriliğin, kapıya bitişik bir sahabe türbesinden kaynaklanabileceğini soyluyor.

Kapının üç kule ilerisinde Komnenos surları sona eriyor. Yerini Heraklios surları alıyor, daha sonra kara ve Haliç surlarının birleştiği noktada da Leon surları yükseliyor. Yani burada, surlar birbirini takip ediyor.

Eğrikapı’nın hemen dışında, biraz güneyde bir başka ilginç yapı karşımıza çıkıyor: Kırkçeşme Maksemi. Aslında bu yapı, Edirnekapı’da sur dışında, Savaklar Caddesi üzerinde, Hiramî Ahmed Paşa Camii’nin tam karşısında yer alıyor ve Mimar Sinan imzasını taşıyor. Bizans’tan beri şehrin içme suyunun önemli bir kısmını sağlayan bu sistemin bir parçası. Burada su toplanıyor ve haznenin çevresinde sıralanan kırk delikten akarak şehrin çeşitli semtlerine ulaştırılıyormuş.

Kırkçeşme Maksemi kare şeklinde inşa edilmiş. Çatısı piramit gibi taşla kaplı, tepesinde fanus şeklinde bir aydınlatma penceresi var. Her dört cephede dar birer pencere ve caddeye bakan birer kitabesiz çeşme bulunuyor; bu yüzden “Savaklar Çeşmesi” olarak da anılıyor. Maksem, tarih boyunca pek çok önemli isimle de ilişkilendirilmiş: I. Abdülhamid, III. Selim, II. Mahmud ve Su Naziri Hamid Ağa’nın kitabeleri, maksemin giriş kapısı üzerinde yer alıyormuş. Ne yazık ki, II. Mahmud’un tuğrası 2003 yılında çalınmış.

İstanbul’un fethi öncesinde Araplar şehri defalarca kuşatmış ve bu kuşatmalar yıllarca sürmüş. Hatta kuşatma sırasında Erdek Yarımadası bir üs olarak kullanılmış. Özellikle Ayvansaray bölgesi, Arap ordularının saldırıları sırasında stratejik bir nokta olduğundan, bu bölgedeki şehit sahabe mezarları da dikkat çekiyor.

Sahabe, Hz. Muhammed’in meclislerinde bulunmuş, onunla birlikte savaşmış ve hadis aktarmış Müslüman kişilere deniyor. İstanbul’da türbeleri bulunduğu söylenen sahabeler ise, Bizans döneminde Emevi ve Abbasi ordularıyla şehri İslamlaştırmak için buraya gelmiş ve burada ölmüş kişiler. Rivayete göre, Hz. Muhammed’in hayatında onunla birlikte olmuş bu sahabeler 668’deki kuşatmada şehit olmuş ve şehrin Müslümanlaşması konusunda etkili olmuşlar.

II. Mahmud’un adı bazı kaynaklarda “gavur padişah” olarak geçse de, onun Fener, Balat ve Ayvansaray’daki sahabe türbelerini tamir ve yeniden inşa ettirdiği biliniyor. İstanbul’da toplam 29 sahabe türbesi olduğu söyleniyor: 9’u Ayvansaray ve sur dibinde, 4’ü Eyüp’te, 3’ü Karaköy’deki Yeraltı Camii’nde, 1’i Karacaahmet’te ve 12’si İstanbul surları içinde dağınık şekilde. Ancak İslam araştırmacılarına göre, adı geçen sahabelerin çoğu tarihsel olarak doğrulanmış kişiler değil; yani buradaki bazı türbeler folklorik ve yerel inanışların ürünü.

Eğrikapı’nın hemen yanındaki Kesikbaş ve Derviş Molla Muhammed Türbesi de ziyaret edilen, ama daha çok folklorik bir mekan olarak öne çıkıyor.

Eğrikapı’dan sadece 30 metre ilerideki mezarlıkta ise, sonradan yapılan bir sofa içinde, demir parmaklıklı bir türbede Amir İbn Same yatıyor.

Kapıya bitişik Hafir Türbesi’nin üzerinde II. Mahmud’un tuğralı 1835 tarihli bir kitabe bulunuyor.

Eğrikapı içinde, Şişhane Sokağı’ndaki bir duvar içinde Şu’be’ye ait H.46 tarihli ve 1835 tarihli bir kitabe de mevcut.

Ayvansaray’da, Atik Mustafa Paşa Mahallesi’nde, Kandilli Türbe Sokağı’nda ise Abdullah el-Hudri’nin 666’da vefat ettiğine dair bir sanduka tipi açık türbe bulunuyor.

Kariye Camii’nin bitişiğindeki Ebu Saidül-Hudri Türbesi’ndeki tuğra kitabesi ise maalesef kayıp.

Eğrikapı Maksemi’nin tam karşısında, Hirami Ahmet Paşa Camii ya da diğer adıyla Savaklar Mescidi yer alıyor. Adını “Hirami” lakabıyla anılan Yeniceri Ağası Ahmed Paşa’dan alıyor. Kendisi, üç kez veziriazamlık yapmış Sivayus Paşa’nın damadıymış. Söylentiye göre Ahmed Paşa’nın yürüyüş tarzı biraz salınarak olduğu için bu lakabı almış.

Bizans’tan günümüze kalan en etkileyici yapılardan biri, Porfirogennitos Sarayı olarak da bilinen Tekfur Sarayı. Sarayın, büyük olasılıkla 13. yüzyılın sonlarında imparatorluk meskenlerinden biri olarak inşa edildiği düşünülüyor. Theodosios surlarının son kesitinin dış ve iç surları arasına sıkıştırılmış üç katlı devasa bir yapı. Zemin katındaki dört geniş kemerli arka, avluya açılıyor; birinci kattaki beş büyük pencere ise yine avluya bakıyor. En üst kat, surların üzerine çıkıntı yapıyor ve tüm taraflarda pencereler yer alıyor. Bu pencerelerden yedisi avluya bakarken, karşı cephede ilginç bir apsis ve doğuda balkon kalıntılarıyla bir pencere göze çarpıyor. Çatı ve kat zeminleri günümüze ulaşmamış.

Sarayın en dikkat çekici özelliklerinden biri, avluya bakan cephelerinde kırmızı tuğla ve beyaz mermer kullanılarak oluşturulmuş geometrik desenler; bu, son dönem Bizans mimarisinin tipik bir tarzı.

Fetihten sonra Tekfur Sarayı farklı amaçlarla kullanılmış. 16. ve 17. yüzyıllarda, fil ve zürafa gibi egzotik hayvanlar için bir tür hayvanat bahçesi olarak işlev görmüş. Avrupalı gezginler, özellikle zürafalardan oldukça etkilenmiş. 17. yüzyılın sonlarına doğru hayvanlar başka yerlere taşınmış ve saray kısa bir süre genelev olarak kullanılmış; ama 1719’da burası Tekfur Sarayı çinilerinin üretim merkezi olmuş. Bu çiniler, İznik çinilerinden biraz daha aşağı kalite olsa da Avrupa etkisi taşıyor ve oldukça hoş görünüyor.

Ne var ki, proje uzun ömürlü olmamış; 18. yüzyılın ikinci yarısında saray çökmeye başlamış ve çatısını, kat zeminlerini kaybetmiş. 19. yüzyılın ilk yarısında Tekfur Sarayı, Stambol’un fakir Yahudilerine düşkünler evi olarak hizmet vermiş.

1860 yıllarında, Amerikalı misyoner Cyrus Hamlin, Robert Koleji için bina bakarken sarayı satın alıp restore etmeyi düşünmüş ama sonradan bu fikirden vazgeçmiş. Daha yakın yıllarda saray, şişe atölyesi ve depo olarak kullanılmış. Günümüzde yapılan restorasyonla yapı yeniden değer kazanmış.

Merdivenli Kahve Sokağı’ndan yukarı çıktığınızda, girişinin Ulubatlı Hasan Sokağı’nda küçük ama sevimli bir kilise karşınıza çıkıyor: Rum Ortodoks Panayia Hançerliotissa (Hançerli) Kilisesi. Mevcut binası 1836-37 yıllarına tarihleniyor. Fenerli zengin Rumlardan Hançerli Bey tarafından yaptırılmış.

Kilise, Ayia Paraskevi Ayazması’na da ev sahipliği yapıyor. Apsisindeki ilginç kabartma Meryem ikonasının “böğrüne bıçak saplanmış” görüntüsü, kilisenin Hançerli olarak anılmasına neden olmuş. Hançeri de kilisede özel olarak muhafaza ediliyor.

Kariye Camii, yani eski adıyla Khora Kilisesi, Ayasofya’dan sonra İstanbul’daki en ilginç Bizans kilisesi olarak öne çıkıyor. Sebebi ise muhteşem mozaik ve freskleri. “Khora” kelimesi “kir-di” anlamına gelir; başlangıçta bağlı olduğu antik manastır, Constantinus surlarının dışındaymış. Daha sonra Theodosios surlarının içine girmiş olmasına rağmen adı değişmemiş ve sembolik bir anlam kazanmış: Khora, “yurt, mesken, diyar” demek. Kilisenin mozaiklerinde de Hz. İsa, “Yaşayanların Diyarı” ve Kutsal Bakire, “Sınırlanamayan Meskeni” olarak tasvir edilmiş.

Bugünkü bina, İmparator I. Aleksios Komnenos’un kayınvalidesi Maria Dukaina tarafından1077-1081yıllarında yaptırılmış. O dönemin popüler tarzı olan dört sütunlu kilise planına sahipmiş. Ancak zamanla özgün formunu kaybetmiş: Doğuda derin beşik tonozlu geniş bir apsis eklenmiş, nef duvarları korunmuş; ama büyük kubbeyi taşıyacak kemerleri desteklemek için köşelere payeler eklenmiş.

Yaklaşık iki yüzyıl sonra, Latin istilasının ardından, bugünkü kilise binasının ortaya çıkmasına yol açan üçüncü inşa dönemi başlamış. Nef alanı yeniden dekore edilmiş, iç narteks yeniden yapılmış, dış narteks ve yan şapel eklenmiş, küçük yan apsisler yeniden inşa edilmiş ve kuzey geçit galerileri ile kilise bugünkü formuna kavuşmuş. Bu yeniden tasarlama, 12. yüzyılın başında Maria Dukaina’nın torunu Sebastokrator İsaakios Komnenos tarafından yürütülmüş.

İç dekorasyonun tamamı, yani mermer kaplamalar, mozaikler ve freskler,1315-1321yıllarında Theodoros Metohites tarafından yapılmış; hatta onun mozaik portresi iç narteksten nefe açılan kapının üzerinde görülebiliyor.

16.yüzyılın başlarında Atik Ali Paşa, kiliseyi camiye çevirmiş. Mozaikler ve freskler tamamen kaldırılmamış, ama yüzyıllar boyunca alçı, boya ve kirle kaplanmış, bazıları depremlerle zarar görmüş.

Artık camiye çevrilen yapı, tüm güzelliğiyle büyülemeye devam ediyor.

Salma Tomruk Caddesi’nde, Kasım Gürani Caddesi üzeri No:64’te, İstanbul’un tarihi sinagoglarından biri olan İştipol Sinagogu bulunuyor. 1694 tarihli bir fermanla varlığı resmiyet kazanan bu sinagog, adını kurucularının geldiği Makedonya’daki İştip kasabasından almış. Bir diğer rivayete göre ise semtin adı olan İştipol, göçmenlere Balat’ta yer gösterirken onlara “burada ikamet edin” anlamına gelen “istif ol” sözünden türemiş.

Sinagon temellerine kadar yandığı için tekrar inşa edilmiş. Ahşap mimarisi, yuvarlak pencereleri, süslü camları ile mütevazi bir sinagog.

İstanbul’un yegâne ahşap sinagogu olan İştipol, yüksek duvarların arkasına saklanmış, camlarına tahtalar çakılmış.

Sinagogun karşısında üç adet ahşap bina var. Bakımsızlıkları iç acıtıyor. Cumbalarının altındaki Davut Yıldızı bu evlerde, vaktinde üç Yahudi kardeşin oturduğunun bir kanıtıdır. Bu tarz semboller gördüğümüzde evin yeni sakinlerine bahsetmiyoruz, gavur işareti diye söküyorlar. Bu bölgede eskiden bir de Kastoria Sinagogu varmış, onun da sadece kapısı kalmış geriye.

Tekfur Sarayı önündeki Hoca Çakır Caddesi üzerinde ise sağda, çok eski bir sinagog kapısı görmek mümkün: Kastoria Sinagogu. 1937’ye kadar Tekfur Sarayı çevresinde yaşayan Yahudiler tarafından kullanılan bu yapı, mermer tevası ve Sefarad özellikleriyle biliniyormuş. Ancak 1992’de yapıyı Vakıflar’dan kiralayan kişi sinagogu buldozerle yerle bir etmiş ve yerine otopark yapmış. Geriye yalnızca üzerinde 5663 () tarihi yazılı kapısı kalmış; ayrıca otopark içinde restore edilmeyi bekleyen bazı mermer parçaları bulunuyor.

Bölge, bir zamanlar Musevilerin yoğun olarak yaşadığı bir yer. Yıkılan Kastoria Sinagogu’nun kalıntıları ve İştipol Sinagogu hâlâ bu geçmişin sessiz tanıkları olarak duruyor.

Kariye Camii’nin yanındaki Neşter Sokağı’ndan aşağı doğru indiğinizde, yolun sol tarafında, biraz altta yüksek duvarların arkasına gizlenmiş 1834 tarihli Salma Tomruk Aya Panaghia Kilisesi karşınıza çıkıyor. Küçük ama etkileyici bu kilise, Ayios Ioannes Prodromos ve Aya Kriaki ayazmalarına ev sahipliği yapıyor.

Şişhane Caddesi’nde yer alan Avcı Bey Cami, 15. yüzyılın ikinci yarısında, Fatih Sultan Mehmet’in avcıbaşısı Mehmet Bey tarafından yaptırılmış. Diğer adıyla Eğrikapı Mescidi olarak da biliniyor.

Mescit, Sultan II. Mahmud döneminde (1808-1839) kapsamlı bir onarımdan geçmiş. Ancak 20. yüzyıla gelindiğinde harap hâle gelmiş ve zamanla temeline kadar yıkılmış. Günümüzde ise, 19. yüzyıl mimarisi esas alınarak yeniden inşa edilmiş; kâgir olarak yapılan mescidin çatısı ahşap ve orijinal tarzına sadık bırakılmış.

Saklambaç Sokağı’na girdiğinizde ileride, sağ köşede Şişhane Caddesi ile kesiştiği noktada 1806 tarihli Adilşah Kadın Camii karşınıza çıkıyor. Halk arasında Şişhane Camii olarak da bilinen bu cami, bulunduğu sokağa adını veren şişe atölyesinden dolayı da öne çıkıyor.

Cami, Sultan III. Mustafa’nın (1757-1774) kızları Beyhan ve Hatice Sultanlar tarafından, anneleri Adilşah Kadın’ın ruhu için yaptırılmış. Adilşah Kadın, Sultan III. Mustafa’nın üçüncü eşiydi ve 1803’te vefat ederek Laleli Camii avlusundaki açık türbeye defnedilmiş. Cami, uzunlamasına dikdörtgen planlı ve muntazam işlenmiş taş ile tuğla şeritler halinde inşa edilmiş. Girişi, mihrap karşısında değil yan cephede yer alıyor ve kitabesi de bu cephede, yukarıda bulunan pencere dizisinin hizasında bulunuyor. Üstü ise kiremit kaplı ahşap bir çatı ile örtülmüş.

Caminin geçmişi 18. yüzyıla, Sultan III. Mustafa dönemine kadar uzanıyor. İlk olarak Tekfur Sarayı önünde ahşap bir sıbyan mektebi ve küçük bir medrese olarak yapılmış; ölümünden sonra kızları, onu daha gösterişli ve kalıcı hâle getirerek taş bir cami inşa ettirmişler.

Mahalleye adını veren Hoca Kadım Günani Camisi, küçük bir meydanın dibinde konumlanmış. Eskiden halk, buraya “Meydancık Mescidi” dermiş. Hoca Kasım, Fatih devrinin ünlü ulemasından biridir. 19. yüzyılda II. Mahmud tarafından yeniden inşa edilen bu cami, bazen Hasan Hüseyin Camii olarak da anılır; rivayete göre, Hazreti Eyüp ile birlikte 7. yüzyılda İstanbul kuşatısına gelen Hasan ve Hüsey’in bu civarda şehit olduklarına inanılır. Arka tarafta, Sahabe Abdullah Ensari’nin kabri de görülebilir.

Lonca Caddesi’ni kesen Yatağan Hamamı Sokağı’nda ise Yatağan ya da Hacı İlyas Camii bulunuyor. Fatih döneminden kalma bu küçük mescit, bozulmamış ahşap mimarisiyle dikkat çekiyor.

Mahallede Molla Aşkı adını taşıyan bir sokak da var. Salma Tomruk Caddesi üzerinde yürümeye devam ettiğinizde yol ikiye ayrılıyor. Paşa Hamamı Caddesi’ni takip ettiğinizde, caddenin sonunda 15. yüzyıldan kalma ve birkaç kez yeniden inşa edilen Molla Aşkı Camii’ne ulaşıyorsunuz. Caminin mimarisi özel bir özelliğe sahip olmasa da yanındaki park, İstanbul’u bu açıdan seyretmemiş olmanıza hayıflandıracak kadar etkileyici. Parka girince soldaki tarihi binanın, Lale Devri divan şairlerinden Nedim’e ait olduğu iddia ediliyor.

Ayvansaray’daki Atik Mustafa Paşa Mahallesi’nde, Ağaçlıçeşme ve Marul Sokakların kesişiminde ise Ebu Zerr el-Gıfari Cami ve kabri bulunuyor. Türbe Nakşıdil Valide Sultan tarafından 1812’de inşa edilmiş ve üstü açık bir yapı. Yanındaki Ali Paşa Mescidi ise ahşap olarak yeniden yapılmış. Eskiden burada bir mescit daha varmış, ancak zamanla ortadan kalkmış.

Hacı İlyas Yatağan Camii de Atik Mustafa Paşa Mahallesi, Yatağan Hamamı Sokağı’nda yer alıyor. Banisi, Fatih Sultan Mehmet’in Topçubaşısı Hacı İlyas Ağa’dır. Minberini 1598’de Kazgancı İlyas Çelebi yaptırmış. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Yatağani Dede adlı bir zatın bu civarda oturup Yatağan Çeşmesi’nin yapılmasına sebep olması nedeniyle cami, Yatağan Camii olarak da anılıyor.

Osmanlı toplumunu anlamanın en keyifli yollarından biri, şehrin sokaklarını adım adım gezmektir. Eskiden her boş araziye bina dikilmezdi; şehir planına uymak ve komşunun hakkını gözetmek zorunluydu. Evler, manzarayı kapatacak ya da mahremiyeti ihlal edecek şekilde yapılamazdı. İş yeriyle oturulan yerler bir araya getirilmezdi; sokaklar, mahalleler adeta canlı birer organizma gibiydi. Farklı dinlerden insanlar çok rahat bir arada yaşayabilir, komşular birbirinin güvenliği, ihtiyacı, cenazesi ve düğünleriyle ilgilenir, sevinçleri ve kederleri paylaşırdı.

Cami merkezli kurulan mahallelerde tüm sokaklar camiye çıkardı ve zengin-fakir ayrımı gözetilmezdi. Paşa konağının karşısında memurun küçük evi, şeyhülislamın evinin karşısında liman işçisinin kulübesi olabilirdi. Yani şehirlerde sadece zenginlere ayrılmış mahalleler yoktu; herkes bir aradaydı.

Ayvansaray’ın kendine özgü sokakları işte bu ruhu hâlâ taşıyor. Yorgancı, Hekim Çelebi, Yatağan Hamamı, Külhan gibi daracık, eğri büğrü, inişli çıkışlı sokaklarda yürümek, İstanbul’u başka bir açıdan hissetmenizi sağlıyor. Buralarda zamanında bir çingene cemaati yaşar ve çoğunlukla süpürge imalatıyla uğraşırlarmış.

Kuyulu Bahçe, Kariye Bostanı, Ulubatlı gibi isimler taşıyan sokakları dolaşarak kuzey yönüne ilerlediğinizde, binaların diğer bölgelere göre daha alçak kotta ve karakteristik bir görünüme sahip olduğunu fark edeceksiniz.

Atik Ali Paşa Camii’nden semtin içine doğru yürüdüğünüzde ise, eskiden “Çingene” adıyla bilinen yoğun bir yerleşim alanı olan Lonca Mahallesi’ne ulaşmış oluyorsunuz.

Çeşmeler Osmanlı toplumunda yalnızca su sağlamak için yapılmazdı; aynı zamanda şehrin estetiği ve sosyal hayatının bir parçasıydı. İnsanlar çeşmeden su alırken hem susuzluklarını giderir hem de toplumsal hayatın içinde küçük bir ritüele katılırdı. Çeşmeler hem mimarinin zarafetini hem de hayırseverlerin adını taşır, böylece geçmişle bugünü sessiz bir şekilde birbirine bağlardı.

Ayvansaray’daki çeşmeler de tam olarak bunu yapar: size hem tarih kokan bir manzara sunar hem de İstanbul’un günlük yaşamına dair küçük ama anlamlı bir pencere açar. İşte bazıları:

Hacı Bekir Ağa Çeşmesi: 18. yüzyılda yapılmış olan bu çeşme, klasik Osmanlı taş işçiliğinin güzel bir örneğidir ve ismini hayırsever Hacı Bekir Ağa’dan alır.

Sultan Çeşmesi: Adını yaptıran padişahtan alan bu çeşme, hem süslemeleri hem de su temini ile mahalle yaşamında önemli bir rol oynamıştır.

Eğrikapı Çeşmesi: Eğrikapı Maksemi civarında yer alır. Tarihi kaynaklarda 18. yüzyıla tarihlenir ve mahalleye su sağlayan ana noktalardan biridir.

Yatağan Çeşmesi: Yatağan Hamamı Sokağı civarında, Fatih dönemi izleri taşıyan ahşap ve taş işçiliğiyle dikkat çeker.

Püsküllü Caddesi Çeşmesi: Mahalle halkının buluşma ve su alma noktası olarak kullanılmış; klasik Osmanlı taş işçiliğiyle süslenmiştir.

Çınarlı Çeşme, Ağaçlı Çeşme, Lonca Çeşmesi: Üç isimli çeşme

Mustafa Ağa Çeşmesi: 17-18. yüzyıl arası inşa edilmiş olup hem taş işçiliği hem de hayırseverliğin bir sembolü olarak öne çıkar.

İdris Ağa Çeşmesi: Mahallede sosyal ve estetik açıdan önemli bir yer tutar, Osmanlı çeşmelerinin klasik özelliklerini yansıtır.

Bu güzergâhında böylece İstanbul’un tarihî dokusunu gözlerimizle görmüş olduk. Surlar, bazı yerlerde dimdik ve sağlam bir şekilde ayakta dururken, bazı kesimlerde harap olmuş, bazı bölümleri ise tamamen yok olmuş. Bazı noktalar yeniden inşa edilerek geçmişin izlerini korumaya çalışmış. İlginç olan, çağdaş hayatın bu eski surlarla iç içe geçmiş olması: modern binalar, sokaklar ve insanlar, tarihî taşların yanından geçiyor; geçmişle günümüz sessiz bir diyalog kuruyor. Hendekler, zamanla kaybolmuş veya doldurulmuş olsa da, var oldukları yerlerde hâlâ bostanlar, küçük bahçeler ve yeşil alanlar olarak hayat buluyor. Böylece tarih, sadece bir fotoğraf karesi değil; hâlâ nefes alan, yaşayan bir şehir manzarası hâline gelmiş.

Bu gezimde de mekanların tarihleri, eserlerin anlamı, sokakların, binaların mimari özellikleri, yerel halkın hikayeleri, yaşam tarzları ve lezzet durakları tavsiyeleri için okuduğum, yararlandığım kaynaklar:

İstanbul Gezi Rehberi_Murat Belge

Strolling Through İstanbul_Hilary Summer-Boyd & John Freely

Haritalarla Gezi Rehberi_İBB

İstanbul Nasıl Gezilir_ Haldun Hürel

İstanbul Şehrin Sırları_Faruk Pekin

Yitip Giden İstanbul_Önder Kaya

İmparatorluktan Cumhuriyete Azınlıklar_Önder Kaya

İstanbul’dan Sayfalar_İlber Ortaylı

Taşların Dilinden İstanbul_Sami Bayraktar

İstanbul_Edmondo De Amicis

Mimar Sinan’ın İstanbul’daki Eserleri_ Aptullah Kuran

Istanbul’un Yabanci ve Levanten Mimarlari_Cengiz Can

Türkiye’nin Tarihi Eserleri

Kültür Envanteri

Tarihi_Istanbul

Aziz.Istanbul

Hydrohistory

İstanbul_camileri

Istanbulcamileri.1453

Gezip Gördüm

İstanbul’u böylesine güzel anlattıkları için teşekkür ederim.

Tüm fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir; içinde yer aldıklarım hariç. Bazı mekanlarda ‘Fotoğraf çekmek yasaktır’ engeliyle karşılaşsam da gezginlerin kamuya açık sayfalarından yaptıkları paylaşımlar sayesinde bu yerleri ekleyebiliyorum. Onların paylaşımları sayesinde, erişemediğimiz birçok tarihi mekâna uzaktan da olsa tanıklık edebiliyoruz. Bu değerli paylaşımlarını bizlerle buluşturdukları için kendilerine teşekkür ederim.

Emeğe saygı önemli

Tavsiye ettiğim yerlerle bir iş birliğim veya reklamım yoktur.