667

Sarayburnu-Ahırkapı-Kumkapı-Kadırga Gezisi

Sarayburnu-Ahırkapı-Kumkapı-Kadırga

Eğer istersek her geziyi farklı bir maceraya dönüştürebiliriz. Nasıl mı? Yola çıkarak! Çünkü Berkeley’nin dediği gibi: “Macera, düşlerde değil, kendi kendimize yükselttiğimiz çitlerin ardındadır.” Bugün de o “çitler”in arkasında Bizanslılardan miras kalan tarihi dokusu ve farklı kültürleri birleştiren Kennedy caddesi boyunca Ahırkapı, Sarayburnu, Kadırga ve Kumkapı, ile geçmişte kaybolmak için yola çıktık hep birlikte.

Gezi için kullandığım kaynakları yazmamak emeğe saygısızlık olur. Themagger, gezilecekyerler, gezelim görelim, gezi-yorum, kültür envanteri, turan akıncı, murat belge ve unuttuğum tüm değerli gezi yorumcu sitelere çok teşekkür ederim.

İnsanı sarıp sarmalayan, içine çeken, duygu yoğunluğunu en üst düzeye çıkaran, dağ başında, bozkır üstünde, yapayalnız, tek başına bir yalvaç sükunetiyle dimdik duran eski istasyon binaları. Kim bilir buralarda ne çok gidenler, ayrılanlar o üzgün, sancılı, acı dolu yürekler kadar, kavuşacak olanların coşkusu dolaşmıştır.

Bunlardan biri, sevinç ve hüznün birbirine karıştığı İstanbul’un nostalji mekânlarından biri olan Sirkeci ile Uzunköprü Sınır Kapısı arasında bulunan TCDD’ye ait ana demiryolu hattı Sirkeci – Pithiu Demiryolu. 1870-73 yılları arasında Rumeli Demiryolu için inşa edilmiş. Sultan Abdülaziz‘in Topkapı Sarayı’nın bahçesinden tren geçmesine izin vermesi ile raylar 1872’de Sirkeci'ye getirilmiş. Sirkeci'de deniz kıyısına küçük bir istasyon yapılmış ve iki katlı gar binası hizmete girmiş. Sirkeci Garı’nı Berlin Üniversitesi mezunu mimar ve mühendis Alman Jasmund tasarlamış ve inşaatı da demiryolunu işleten şirket yapmış.

Sahil boyunca yürürken bir zamanlar meşhur Hamam adlı lüks kulüp Sepetçiler Kasrı’nı görüyoruz. Kasrın inşaatına sultan 3. Murad zamanında başlanmış. Kasrın mimarlığını ise Davut Ağa yapmış. Bakıldığında yalnızca Osmanlı mimarisinden değil Bizans mimarisinden de izler taşıdığı görülüyor. Sultan kayıkları demiryolu inşasına kadar burada bulunuyormuş. Şimdi Yeşilay Genel Merkezi olarak içeri girmeye “yasak” denilerek el konulan bir yer.

Sarayburnu‘na geldik bile! İşte kocaman bir manzara. Boğaz Köprüsü tam merkezden görülüyor. Arkada Topkapı Sarayı…

Haliç ve Marmara Denizi’ni birbirinden ayıran burun, 1985’te UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş. Efsaneye göre MÖ 667’de Kral Byzas’ın Bizans’ı burada kurmuş.

Eminönü’nden Sarayburnu’na kadar sur parçalarına rastlanmıyor. Ancak Sarayburnu’ndan sonra, Topkapı Sarayı’nın eteklerinde surlar başlıyor. Bu noktadan, kara surlarının başladığı noktaya kadar olanlara “Marmara Surları denir. Bu surların toplam uzunluğu Sarayburnu ile Mermer kule arası 8260 metre.

Doğu Roma İmparatoru II. Teodosios (408-450) döneminde yaptırılan bu surlar, o dönemde batıda sınırlayan ve güneyde Marmara Denizi’nden başlayıp kuzeyde Haliç’e ve çevresine kadar uzanıyor. Üçlü savunma sisteminden oluşan surların üzerinde var olan Byzantion kenti, İmparator Konstantinus döneminde “Konstantinapolis” adıyla yeniden inşa ediliyor, böylece surlar daha uzun ve geniş bir bölgeye yayılıyor. Marmara Kara Surları, 1000 yıl boyunca Doğu Roma Devleti’nin kalkanı oluyor.

Turgut Reis heykelinin ilerisinde, bildiğimiz için dikkat ediyoruz yoksa etrafı çevrili ve birşey yazmadığı için gözden kaçabilecek bir Bizans kilisesi Filantrapos Kilisesi kalıntıları var. Yapım tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte yapıdaki işçilikten dolayı Paleologos dönemine ait olduğu sanılıyor. Zamanında bu komplekste bir de ayazma varmış ve 19. Yüzyıldaki Yunan ayaklanmasına kadar Hıristiyanlar burada yortu kutluyorlarmış. Filantrapos Kilisesi’nin iç kısmındaki farklı taş dokusunun ise Byzantion Dönemi’ne ait olduğu da söyleniyor. Restorasyon bitince göreceğiniz inşallah.

Kilisenin az ilerisinde, surların önünde çıkıntı yaparak duran birkaç sütunlu bir kemer var. Burası Topkapı Sarayı’nın dış köşklerinden olan, Davut Ağa’nın inşa ettiği İncili Köşk.

Ama o da ne? Etrafı çevrili, gene bizi üzüyor. Böyle giderse hiçbir yer göremeden gezimiz sonlanacak. Senelerdir restorasyonda.

Bir diğer adı da Sinan Paşa Köşkü olan bu yapı, dönemin sahil köşkleri arasında yer alıyor. Padişahların saray dışında vakit geçirmek için yaptırdığı köşklerden yalnızca biri. Yemen, Tunus Fatihi gibi unvanları olan Sinan Paşa, burayı Mimarbaşı Davud Ağa’ya yaptırıyor, sonrasında ise burayı III. Murad’a hediye ediyor. Padişahlar arasında bu köşkü en fazla III. Murat sevmiş ve vaktinin çoğunu burada geçirirmiş. Gösteri yapan gemilerin top atışıyla sıvaları dökülüp, camları kırılınca gözleri yaşarıp saraya dönmüş, birkaç gün sonra da vefat etmiş. İçindeki süslemelerden dolayı Batılı seyyahlar tarafından İncili Köşk olarak adlandırılıyor. Rumeli demiryolunun, köşkün bahçesinden geçirilmesiyle, İncili Köşk 1871 yılında yok oluyor…

Surların bu bölümünde bulunan ve buradan içeri uzanan önemli bir Bizans yapısı Mangana Sarayı idi.

İncili köşkün yarım kilometre kadar ilerisinde Marmara Surlarının en sağlam kalmış kapılarından Ahırkapı’ya geliyoruz. Adı, Topkapı Sarayı’nın ahırlarının bu çevrede bulunmasından geliyormuş.

Ünlü Ahırkapı Sis ve Düdük Feneri, 26 metre yüksekliğinde örme bir taş kule şeklinde ve III. Osman tarafından yaptırılmış.

Sur boyunca yola devam ederken o da ne yine mi restorasyon. Böyle giderse hiç bir şey göremeden bir saatte gezi sonlanacak. Burası Theodosios’un yaptırdığı, Justinianos’un onarıp genişlettiği, Bizans İmparatorluk Bukoleon Sarayı’ndan bugüne gelebilmiş tek kalıntısı.

Surların üzerinde uzanan Bukoleon Sarayı’nın temelinde ilkçağdan kalma mermer bloklar kullanılmış. Sarayın Batı kısmı 1870’li yıllarda demiryolu yapımı sırasında oldukça tahrip olmuş. Bu saraya ait bazı kalıntılar İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor.

Bukoleon sarayından yukarı Nakilbent sokağı boyunca yürüyünce stadyumun yarım daire şeklindeki, güney kısmı olan Sfendon kalıntılarına ulaşıyoruz. Meşhur hipodromun yaklaşık 1700 yıldır zamana direnen son parçası. Roma Dönemi'nden kalan kentteki ender yapılardan bir tanesi aslında günümüze ulaşan bu duvar kısmı. Hem Roma hem Osmanlı döneminde farklı ayaklanmalara sahne olmuş. Latin istilasına, İstanbul depremlerine uğramış. Daha sonraki yıllarda Sfendon, bu civarda yaşayan insanlara su temin etmek için sarnıca dönüştürülmüş.

Şehre giren yolun karşısına geçip yürürken surların içinde kiliseden çevrilmiş bir cami görüyoruz.

Azizler Sergios ve Bakhos Kilisesi veya şimdiki adıyla Küçük Ayasofya Camii. İstanbul’daki 21 kilise-camiden biri olan bu kilise I.Iustinianus ve karısı Thedora‘nın tahta çıkmasının hemen ardından 527-536 yılları arasında azizler Sergios ve Bakhos adına yaptırılmış. 1497 yılında Sultan II. Bayezid tarafından camiye çevrilmiş. Sekiz köşe ve bir ana kubbeden oluşan yapıda fresk ya da mozaik bulunmuyor. Camii bahçesinde 24 odalı ve ortasında şadırvan bulunan bir de medrese var. Medresesi bir dönem dergâh olarak kullanılmış. Küçük Ayasofya’da bir zamanlar kilise olduğuna dair çok fazla simge bulunmasa da caminin içindeki bu kuyu, camii olmadan önce yeni doğan bebekleri vaftiz ederken kullanılıyormuş. Caminin bir köşesinde, eski çağda yangın söndürmekte kullanılan tulumba örneği varmış ama şimdi İtfaiye müzesinde. Yangın çıkınca tulumbacılar bu sandığı sırıklarla sırtlarına alır, yalınayak koşarak yangın yerine gelir ve aletin iki ucundaki kollara basarak hortumla su sıkarlarmış. Her ne kadar Türk işi gibi görünse de bu itfaiye aracını, Müslüman olarak Davud Gerçek adını alan bir Fransız keşfetmiş.

Küçük Ayasofya’nın önündeki medrese avlusu, 16yy başlarında bugün yoksul aileleri barındıran kiliseden camiye çeviren Kapı Ağası Hüseyin Ağa’nın eseridir. Caminin, girişe göre solundaki eski tip türbede Sultan II. Beyazıt’ın fermanıyla başı kesilerek idam edilen Hüseyin Ağa’nındır.

Caminin biraz ilerisindeki Tarihi Çardaklı Hamamı’nı da Hüseyin Ağa’nın yaptırdığı düşünülüyor. Beş asırlık hamamın durumu içler acısı. Çökmek durumda olduğunu söylesem. Ama okuduğuma göre tarihi hamamın tapusu bir mirasçının evindeki sandıkta tesadüfen bulunmuş. Bunun üzerine diğer mirasçılara ulaşılmış. Yasal süreç başlamış. Dava sonuçlandıktan sonra Çardaklı Hamamı'nın restorasyonu için çalışmalar başlatılacakmış.

Hamamın önünden yukarı uzanan yokuşu tırmanınca Sokullu Camii ve Külliyesine geldik. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın eşi Esmahan Sultan için Mimar Sinan tarafından 1571’de, Aya Anastasia Kilisesi’nin olduğu yere yapılmış bu şahane cami duvarlarını süsleyen İznik çinileri, pencerelerindeki vitraylar ve İstanbul’da minber külahı çiniyle kaplı iki camiden biri olması ise oldukça etkileyici. Eğimli, dik yokuşlardan oluşan bir bölgeye yapılmış külliye. Sıradan bir mimar için problem olabilecek zemin yapısını camiye özgü bir özelliğe dönüştürmeyi bilmiş Koca Sinan. Camiye üç ayrı kapıdan ve üç ayrı kottan giriliyor. Mermer şadırvanın yer aldığı avlunun çevresini medresenin odaları sarıyor.

Mihrap ve minberde Hacer-ül Esved parçaları (Kabe’de tavafın başladığı yerde bulunan, cennetten indirildiği rivayet edilen parlak siyah taş) bulunuyor. Mihrabın iki tarafındaki sütunlar, yapının depremden etkilenmediğini göstermek amacıyla kendi etrafında dönebilir şekilde yapılmış.

Sokullu Camii’nin kuzeyinde Mehmet Paşa yokuşu sokağında sokakla aynı ismi taşıyan 17. yy. sonunda yapılan Buhara Özbekler Tekkesi bulunuyor. 1692’de zamanın Defterdarı İsmail Efendi tarafından yaptırılmış ama 1887’de tamamen yenilenmiş. Minareleri girişin hemen üstünde yer alan tekke, 17. asırda Türkistan’dan gelen Nakşibendi tarikatına mensup seyyah dervişler ile hacı adaylarına mesken yeri olarak kurulmuş. Türkistan’dan Hacca gidecek olan Müslümanlar yola çıktıklarında önce İstanbul’a uğrayarak Eyüp Sultan’ı ve İslam aleminin Halifesi olan Osmanlı hükümdarını ziyaret etmeyi bir görev saymışlardır. 2008 senesinde restore edilen tekke, günümüzde İstanbul Tasarım Merkezi olarak kullanılıyor.

Turistler pek uğramaz buraya. Eski ahşap evleri, beklenmedik anda karşınıza çıkan tarihi surlarına rağmen Kadırga pek tanıtılmamış. Bir zamanlar büyük bir liman varmış Kadırga’da; ilk olarak 362’de İmparator Julian tarafından yapılmış. Liman Osmanlılar tarafından da kullanılmış. İsminin, eskiden kadırgalarda çalıştırılan insanlara atfen, Yunanca “zorla çalışma” anlamına gelen “katerga” kelimesinden türediği düşünülüyor. XVI. yüzyılda, Fransız yazar ve gezgin Pierre Gilles (Petrus Gyllius) “Kadırga” adının buradan çıkartılan batık kalyonlara atfen verildiğini belirtmiş. İşin ilginç tarafı Marmaray projesi çalışmaları sırasında buraya çok yakın mesafede olan Yenikapı’dan Bizans kalyonları çıkartıldı.

Artık Kadırga Limanı’na giden yoldaki eski ahşap evlerde restorasyonun başladığını görmek memnun edici. Bu küçük, ahşap evlerin arasında büyük ve etkileyici konaklara da rastlıyorsunuz. Etrafa göz gezdirdiğinizde, evlerde su olmadığı dönemlerde semt sakinlerinin su aldığı son derece zarif çeşmelerde var.

Haldun Hürel der ki: “İstanbul’da toplamda 31 sebil var. Bir çeşme üzerinde sıbyan mektebi varsa kesinlikle 17. yüzyıldır. 16. yüzyılda bu kültür yok çünkü. Barok akım Türkiye’ye geldikten sonra başlamıştır.”

Parkın kıyısında, çocuk bahçesinin yanında bir taraçayı andıran dört köşe küçük bir bina olan Esma Sultan namazgahı ve çeşmesi

1779 yılında Lale Devri padişahı III. Ahmet’in kızı Esma Sultan tarafından yaptırılmış Namazgah, genellikle yol üstünde olanların namazlarını vakit kaybetmeden kılabilmeleri için yapılan bir açık hava ibadethanesidir.

Çeşmenin yanındaki 20 basamakla namazgah düzlüğüne çıkılıyor. İstanbul’da çeşmeli namazgaha karşılaşmak pek mümkün değil.

Elimizde fotoğraf makineleriyle hayran hayran baktığımız Dönüş, Işıl, Ödev gibi çok şirin, tek katlı, iki katlı, renk renk boyalı evlerin olduğu o sokaklar, Vesikalı Yârim filminden aşina olduğumuz, Kadırga.

Yan yana dizili evler, o evlerin arasına gerilmiş iplere asılı rengârenk çamaşırlar. Burası, Sarayiçi Sokak. Merdivenlerden çıkarken film gibi sahnelere denk geldiğim, martıların daima tepemizde uçuştuğu, eski, yorgun ama yaşam sevincini de elden bırakmayan sokak.

İstanbul’da ne kadar sokak vardır diye sormuşuzdur. Sokak sayısını 66 bin olarak hesaplanmış. Ayrıca çıkmaz sokak kültürünün de sadece Osmanlı’ya özgün.

Şehsuvarbey Sokağı’nın Osmanlı döneminden kalma ahşap cumbalı evleri ile adını limanına bağlanan kadırgalardan alan Kadırga semti, o dönemlerde sokak çalgıcıları ve cambazlarıyla ünlüymüş.

Kadırga caddesinden çıktığımızda, Çifte Gelinler Caddesi’nden yürüyünce yolun sağında oldukça büyük Aya Kiryaki Rum Ortodoks kilisesi var. Gedikpaşa caddesi üstünde, Çadırcı cami sokağı ile Kadırga limanı caddesi arasında. Güney ve kuzey yöndeki merdivenler nedeniyle, kilisenin adı “Merdivenli kilise” olarak da söylenir.

İlk olarak, İmparator Diocietianus zamanında yaşayan ilk Hıristiyan Azize Kiryaki’ye adanarak yaptırılmış. Azize Kiryaki: zengin bir Romalı ailenin kızıdır. Annesi Efsevia, bir çocuğu olursa onu tanrıya adayacağına söz verir. Duaları kabul olur ve haftanın yedinci günü, doğan kızına Kiryaki adını verir. Hıristiyanlara yapılan işkencelere maruz kalan genç kız önce ateşte yakılmak istenir, ancak yağan yağmur ateşi söndürür. Arenada vahşi hayvanlara atıldığında ise, hayvanlar Kiryaki’ye dokunamazlar. En son azizenin kafası kesildikten sonra gökyüzünden gördüklerini anlat diye bir ses duyulur. Hıristiyanlık devletin resmi dini olarak kabul edildikten sonra, Azize Kiryaki’nin ölüm günü olan 7 Temmuz yortu günü olarak kabul edilir.

Osmanlılar İstanbul’u fethettikten sonra, kubbeyi camilere özgü bir mimari öğe saymış ve gayrimüslimlerin ibadethanelerinde kubbe kullanılmasını istememişler. Bu nedenle ancak 19.yy sonlarında Tanzimat fermanı ile Hristiyanlarda yeniden kubbe yapmaya başlamışlar. Ayia Kiryaki’de bu dönemin örneklerinden biridir.

Bu kilise, Aziz 5. Basil’e adanmış bir ayazmanın üstünde ve şehirdeki en büyük kubbelerden birine sahip. Kiliseye girdiğinizde soldan itibaren Azize Kiryaki, Meryem ve çocuk İsa ve İoannes Prodromos tasvirleri görülür. Üstteki çerçevelerde bayram sahneleri bulunur. Kubbede Pantokrator İsa, apsiste Blakherna Meryem var. Kilisenin narteksi, Tevrat’tan alınma sahnelerle süslenmiş. İçindeki dini yaplıboya tablolarda Karayani, Parmaksızoğlu, Kalinoğlu gibi imzalar var. Ne yazık ki görevli içerde tek bir fotoğraf bile çekmemize izin vermedi.

Kumkapı adeta bir Küçük Özbekistan. Her yerde Özbek ekmekleri, börekleri, içecekleri satan dükkânlar var. Biz de Öğle Yemeğinde Uygur ve Özbek Lezzetleri denemek istedik.

En meşhur yemeği Lagman uzun eriştenin üzerinde kuzu eti ve sebze olan sulu yemek.

Benim en favori yemeğim! MÖ 4. yüzyıldan beri yapılan pilavın tarifi, ünlü filozof ve tıp bilgini İbn-i Sina’nın kitaplarına bile girmiş. Her yöreye göre farklı şekillerde yapılabilen pilavın 100’den fazla çeşidi var. Değişmeyen tek şey ise bol yağlı, bol etli, bol sebzeli oluşu.

Samsa poğaçaya benziyor. Etli, patatesli, ıspanaklı her çeşidi var. Biz balkabaklısını denedik.

Ve son olarak Özbek mantısı. Orta Asya mutfağı gözdesi. Bizim bildiğimiz mantılardan epeyce iri olan mantının içinde ince kıyılmış kuzu eti var.

İçecek olarak yemekle birlikte Taşkent çayı içiliyor. Yeşil çay, kırmızı çay, şeker ve limon karışımı.

Masaya sıcak sıcak Naan bizim tandır ekmeği geldi. Üzerine desenleri var. Külça bunun küçük versiyonu. Açlıktan yumulduk ekmeğe.

Karnımız doydu. Önünden karnımızı doyurmak için hızlı hızlı geçtiğimiz yerlere dönüp, detaylı gezmeye devam…

Aya Kiryaki’nin biraz ilerisinde, onunla aynı zamanda yapılmış Ortodoks kilisesi Beyaz “Panayia Elpida Kilisesi” 15. yüzyılda, Aya Yorgi’ye adanmış bir ayazmanın üstüne inşa edilmiş.

İlk inşa tarihi bilinmemekle ancak 1652 yılında yangında yandıktan sonra yeniden inşa edilmiş.

Kilise avlusundaki okulda 1957 yılında kapanmış.

Rokoko ve neoklasik akım birlikte kullanılmış kilisenin gösterişli kuzey ve güneyinde iki tane çan kulesi bulunuyor.

Nişancı Mehmet Paşa Camii, Kumkapı’da Türkeli caddesi ve Nişancı Mehmet Paşa sokakları arasında. 1475 yılında, Fatih Sultan Mehmet’in son Sadrazamı eski nişancı ve Karamanlı Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış. Bina kaba yontu taştan yapılmış ve o zamandan günümüze kadar olan süreçte pek çok kez yenilenmiş. Bugünkü görüntüsü: Osmanlı ahşap bina tarzını yansıtmakta. Mehmet Paşa, Karagümrük semtinde, adını taşıyan başka bir camide gömülü.

Caminin tam karşısında hamam var. Hamamın yüksek geliri, dönemin özellikle tercih edilen bir hamamı olduğu düşündürmekte. Orijinal çifte hamam, İstanbul şehrindeki en eski hamamlardan biri.

Mahalleye adını veren Muhsine Hatun, Kanuni’nin ünlü sadrazamı Pargalı İbrahim Paşa’nın karısı olur. İkisinin birlikte adını taşıyan Muhsine Hatun ve İbrahim Paşa camisi yolun kenarında. Böylelikle dizilerden tanıdığımız Pargalı İbrahim Paşa’nın gerçek karısının Muhsine Hatun olduğunu da öğrenmiş oluyoruz.

Kumkapı tren istasyonunun karşısındadır Tavaşi Süleyman Ağa Camii 17’nci yüzyılda Osmanlı Saraylarında görev yapan ve hadım edilmiş zenci erkeklere denilmektedir. Genç erkek olarak saraya alınan tavaşiler, çok çeşitli işlerden sonra Harem’de görevlendirilirmiş. Bu işlerde en başarılı olanlar Harem ağası olurmuş. Hatta vezir olanlar bile varmış. İşte bu camide 1744 yılında Tavaşi Süleyman Ağa tarafından yapılmış. Topkapı Sarayında, Harem ağalığına yükselen Süleyman Ağa, zaman içinde haremi, içindeki bir casus ağı ile kontrol edecek güce ulaşmış. Caminin ilginç ahşap minaresi kahverengi, cami yeşil boyalıdır. Süleyman Ağanın mezarı cami avlusundadır.

Balat'ta Yahudi nüfusu, Fener'de Rum nüfusu ve Kumkapı'da Ermeni nüfusu yasamakta. Bu tarihi semtte fetih döneminden beri Ermeni cemaatinin merkezi kabul edilen bir konumda. Ermeni Patrikanesi ve Surp Asvadzadzin Meryem Ana Kilisesi, Nişancı mahallesi ile sınır oluşturan Sevgi Sokağı ve Nişanca Hamamı Sokağı güzergâhında yer alıyor. Kumkapı yöresinde, 5. yüzyılda küçük bir Ermeni cemaati varmış. Ancak, Osmanlı tarafından fethine kadar Ermenilerin İstanbul şehrinde kendilerine ait bir kilisesi olmamış. Sultan II. Mehmet, 1453 yılında İstanbul’u fethettikten sonra İstanbul Ermeni cemaatinin tarihinde yeni bir dini özgürlük dönemi başlatınca Ermeniler, ibadetlerini kendi kiliselerinde, kendi ritüelleri uyarınca özgürce yapmaya başlamışlar. Fethin ardından, Sultan II. Mehmet, Bursa Ermenileri Episkoposu Hovagim’i 1461 yılında İstanbul’a davet ederek onu Ermeni Patriği ve Osmanlı imparatorluğunun Doğu Ortodoks mezhebine bağlı Hıristiyan tebaasının ruhani lideri olarak tanımış ve kendisini Rum Patriğinin hak ve yetkilerine eşdeğer hak ve yetkileri vermiş.

Patriklik makamı, ilk olarak Samatya’da bir Bizans manastırında kurulmuş. Sonra Kumkapı Nişanca’ya taşınmış.

Patrikhane kilisesinin hemen yanında bulunan Bezciyan Ermeni İlköğretim Okulu 1719 yılında Patrik Hovhannes Golod tarafından kurulmuş. 1826 yılındaki yangın sonucu Patrikhane binası ile yanan okul binası, 1830 yılında Bezciyan Kazaz Artin Amira’nın katkılarıyla yeniden yapılmış ve okula “Bezciyan” ismi verilmiş. Bezciyan, Sarayda da büyük bir güven ve sevgiyle tanınan birisiymiş çünkü konuşma, ikna ve işbirliği açısından sıra dışı yeteneği varmış. Günümüzde görülen okul binası, anasınıfı, ilk ve ortaokul olarak hizmet vermekte.

Sevgi sokakta, eski bir Bizans kilisesinin olduğu yere yapılmış.

Kumkapı’daki Meryem Ana Kilisesi/ Patrikhane kilisesi/ Surp Astvadzadzin kilisesi, ilk olarak 1641 yılında İstanbul Ermenileri Patriklik merkez kilisesine dönüştürülmüş. 1645 yılında Kumkapı’da meydana gelen büyük yangında, dört Rum kilisesi ve 5000 evle birlikte yanarak yok olmuş. Yangından bir ay sonra, Padişah Sultan İbrahim, Sadrazam Civan Mehmet Paşa ile yangın yerini görmek üzere Kumkapı’ya gelmiş. Kilise harabelerinin yanından geçerken, yarı yanmış tasvirleri gördüğünde, sadrazama bunların ne olduğunu sormuş. O da Ermeni ve kullarınızın mabetleridir cevabını vermiş. Padişah, şimdiye dek neden yapılmadıklarını sorduğunda, Sadrazam “İradenizi beklemekteler” şeklinde cevaplamış. Sultan İbrahim Saraya döndüğünde bu kiliselerin en kısa zamanda inşa edilmesini emretmiş.

1718 yılındaki yangın, kilise ve patrikhanenin tamamının tekrar bir kez daha yanarak yok olmasına neden olmuş. Bir yıl sonra kilise yeniden inşa edilmiş.

1762 yılında yine yangın ile kilise zarar görür. Ancak yine hızla yenilenmiş.

Daha sonra, artık Patrik Zakarya, kilisenin çevresini taştan duvarlarla çevirerek, kilisenin yangından etkilenmemesi için bir havuz ve tulumbayla önlem almış.

Ancak 1826 yılındaki yangında, kilise ve patrikhane, yine yanarak kül olmuş. Bu seferde Sultan II. Mahmut’un fermanıyla, mimar Kirkor Amira Balyan ve Garabet Devletyan tarafından bu kere taştan kilise yapılmış.

1870 yılında, Patrik Vanlı Mıgırdıç Hrimyan batı girişine bir çan kulesi yaptırılmış. Bu kule 1999 yılındaki Marmara depreminde hasar görünce tekrar onarılmış.

17’nci yüzyıl sonlarında kilise avlusuna 3 tane matbaa yapılmış ve burada önemli kitaplar basılmış.

Surp Vortvost Vorodman Kilisesi diğer adı “Patrik Mesrob II. Kültür Merkezi” olan kilise, Kumkapı Meryem Ana Ermeni Kilisesi Vakfı Yönetim Kurulu gözetiminde bulunan 4 kiliseden biri. I. Dünya savaşı sırasında depo olarak kullanılan kilise 1940’lı yıllarda zincir ve halat fabrikası olmuş hatta 1966 ve 1975 yıllarında, Muş Varto ve Lice’de meydana gelen depremlerden sonra, Ermeni depremzedelere barınak olmuş.

Ancak uzun yıllar onarım yapılmadığından zamanla harap olmuş. Onarımı yapılan kilise, 28 Aralık 2011 tarihinde yeniden ibadete açılmış. Aynı zamanda bir kültür merkezi olan kilise, konser ve sergi gibi kültürel etkinlikler yanında, dini işlevini de sürdürmekte.

Kumkapı Surp Harutyun Ermeni Kilisesi; İstanbul Suriçi Kumkapı 1855 tarihinde inşa edilmiştir. Kumkapı dışı olarak adlandırılan Yenikapı-Kumkapı arasındaki bölgede yaşayan ve ağırlıklı olarak balıkçılık ve kayıkçılıkla geçinen Ermeniler için, 1832 yılında yayımlanan fermanla, ahşap bir şapel inşa edilmiş. Daha sonra Kazaz Artin Amira'nın girişimiyle bu şapel genişletilmiş ve yanına, yoksul balıkçı çocukları için bir okul yapılmış. 18 Ocak 1855 tarihli fermanla kilise yeniden inşa edilerek 14 Aralık 1855 tarihinde ibadete açılmış. Kilisenin bitişiğindeki Boğosyan-Varvaryan İlkokulu, Kumkapı'daki Ermeni nüfusun azalmasıyla nedeniyle, 1981 yılında Patriklik ve Vakıf Yönetim Kurulu tarafından kapatılmış. Vakıf yönetimi, 2012'de, uzun zamandır boş olan okul binasının otel olarak kullanılmak üzere kiraya verileceğini duyurmuş. (Bu bilgiler Sayın Prof Eva Şarlak'ın İstanbul kiliseleri kitabından özetlenmiştir.)

Bu turu burada bırakalım çünkü ayaklarımıza kara sular indi. Sirkeci’ye geri yürüyelim, metromuza binelim ve dua edelim ne olur oturacak yer bulalım. Umarım keyifli bir yazı olmuştur, okuma sabrı gösterdiğiniz için teşekkür ederim! Yeni yazılarda görüşmek üzere.

Ara Güler güzel özetlemiş; "Rastgele çekilen fotoğraflar daha güzel çıkar, tesadüfen tanışılan insanlarla daha mutlu oluruz, kıyıda köşede uyuya kalmak uykunun en keyiflisidir, plansız yapılan aktiviteler daha eğlencelidir. Kısacası her şeyin kendiliğinden olanı güzel."