Anadolu Hisarı, Kandilli, Vaniköy, Çengelköy, Beylerbeyi Gezisi
Yaşadığımız şehir hakkında ne kadar bilgimiz var. İçinde yaşıyoruz ama tanımıyoruz. Halbuki yaşadığınız şehri keşfetmek için çok para harcamamıza gerek yok biraz zaman çokça da merak meselesi, bir de yürümeyi sevmek gerekiyor. Ben hep İstanbul’da yaşadım ancak son iki senedir içine girerek yeni yeni keşfetmeye başladım. Semtlerin geçmişleri, ilginç hikayeleri, binalarını, sokakları, tarihi yapıları öyle bir dipsiz kuyu ki.
Aylardan şubat olmasına rağmen gökyüzü pırıl pırıl, içimi ısıtan güneşi öyle özlemişim, fırsat bu fırsat deyip Antep’ten misafirlerimi gezdirme vesilesiyle attık kendimizi dışarı.
Bu sefer daracık yokuşlu sokakları, birbirinden güzel tarihi evleri, yukarıları çıktıkça sizi bekleyen muhteşem boğaz manzarası, eşsiz yalılar, doğal güzellikler ve tarihi eserleri ile İstanbul’un en eski semtlerinden Anadolu Hisarı- Kanlıca- Vaniköy- Çengelköy ve Beylerbeyi’ndeyiz.
Anadolu Hisarı, İstanbul’un en eski mahallesi. Göksu deresi ve çevresi tarih boyunca, güzel doğası, dinlendiren havası, bahçe ve kasırlarıyla eğlence ve mesire alanı olarak padişahların en gözde uğrak yeri olmuş.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde, burası için 17. yüzyılda Fatih’in yaptırdığı cami ve namazgâhın yanı sıra dizdarhane, cebehane, asker odaları, 200 tımarlı asker, 1080 ev, 20 dükkân, bir hamam, sıbyan mektebi ve sayısız mescitten bahseder.
Körfez Caddesi üzerinde bulunmakta olan Fatih Sultan Camisi’nin II. Mehmet zamanında Güzelcehisar tamir edilirken inşa edildiği bilinmekte. Kesin bir yapım tarihi yoktur. İstanbul Şehremini Emin Bey döneminde (1924-1926), Anadolu Hisarı İskelesi önündeki meydan düzenlenirken yapı yıktırılmış, bugün bulunduğu yere yeniden yapılmış. Tek minareli ve tek şerefeli olan bu caminin bahçesinde 1987 yılında yapılmış olan şadırvan bulunmakta. Bu cami milli mücadelede gizli bir karargâh olarak kullanılmış, vatan müdafaasına koşan gönüllüler, Anadolu’ya davet edilen zabitler, cephane ve silahlar bu camide toplanır ve Anadolu’ya sevk edilirmiş.
Semte adını veren Anadolu Hisarı, 1395’te Yıldırım Beyazıt tarafından yaptırılmış. Yıldırım Beyazıt’ın bu kaleyi yaptırmasındaki amaç Boğaz geçişlerini kontrol altına almak ve Göksu Vadisi’ne girişi de önlemekmiş. Hisar, 7.000 m2’lik bir alan üzerine, Boğazın iki yakasının en dar noktası olan 660 metre mesafedeki bölgesine yapılmış.
Cami Sokak ile Tepeüstü Sokak’ın kesişiminde bulunan Muhaşşi Sinan Camisi, 1574 yılında Fatih Sultan Mehmet’in kadısı Muhaşşi Sinanüddin Yusuf Bin Hüsamüddin Efendi tarafından yaptırılmış. Cami kare planlı olup daha çok bir evi anımsatıyor. Caminin tepesinde güneş saati, minarenin altında çeşmesi var. Tek minareli ve tek şerefeli olan caminin mihrabı sade, Minberi ahşap, çatısı ise tuğla örülü.
Muhaşşi Sinan Camii minaresi önündeki Mehmet Ali Paşa çeşmesi kesme taştan klâsik tarzda yapılmış. Suyu akan çeşmelerden biri. Çeşmede kitabe yoktur, yalnız caminin yanındaki sıbyan mektebi Mehmed Ali Paşa tarafından yaptırıldığı bilinmektedir.
Sinaneddin Yusuf Efendi (Muhaşşi) Camisi’nin cümle kapısının karşısında Mehmed Ali Paşa Sıbyan Mektebi bulunuyor. 1869 tarihli kitabesinde: “Bu mektep Hayriye Sultan Muallim Hanesidir. 1869 yılında Mehmet Ali Paşa kızı Adile Sultan tarafından mahalle çocuklarının eğitimi için yapılıp vakfedilmiştir. Kim burayı gayesinin dışında kullanılırsa lanet olsun” yazılı. 2016 yılında cami, vakıflar tarafından restorasyona alınmış. İki yıl süren çalışmada caminin iç boyası sade renklerde iken kazınınca beş kat boya altından caminin gerçek görüntüsü, duvar süslemeleri ve Kuran-ı Kerim yazıları ortaya çıkmış.
Otağtepe Sokak ile Saka Bayırı Sokak kavşağında tam köşede 1858 tarihli Şerife Fatma Hanım Çeşmesi bulunuyor. Kayıtlara göre eskiden kiremitli bir çatısı varmış. Tek yüzlü köşe çeşmesidir. Çok harap bir durumda şimdilerde. Fotoğraf için “Çöp dökmek yasaktır” tabelası konulmuş olmasına rağmen önündeki çöp torbalarını temizlemek zorunda kaldık.
Boğaziçi’nin Anadolu yakasında en iyi korunmuş en eski Osmanlı mezarlığı Göksu yakınındaki hicri 1069 tarihli mezar taşına sahip olan Anadoluhisarı Mezarlığı’dır. En eski taş1497-1498tarihli ise de çoğunluğu XVIII. yüzyıl ve XX. yüzyılın başlarına ait. Burada Osmanlı dönemine ait 390 mezar taşı bulunmakta.
Cumhuriyet Dönemi’nde Selanik’ten İstanbul’a yerleştirilen birkaç kişi bir iş fikri ararken o zamanlarda Beykoz’da Paşabahçe Cam Fabrikası, Tekel Rakı ve İspirto Fabrikası ve Beykoz Kundura Fabrikası arasından cam fabrikasına yatırım yapacakken Atatürk’ün bu işi İş Bankası’na verileceğini öğrenmeleri üzerine 1933’te Anadolu Hisarı Keten Kendir Halat Fabrikasını kurmuşlar.
Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin ilk sanayi fabrikalarından biri olarak kurulan ve çok uzun yıllar 1000 civarındaki işçiye ekmek kapısı olmuş fabrika semtin ilk ciddi işletmesi. Türkiye’nin gemilerinin halat ihtiyacını karşılayacak üretimi sağlamış. Halatın ana maddesi kenevir ve sisal Kenya’ dan, keten de Kastamonu’ dan getirtilmiş. 70‘li yıllarda ucuz naylon ipinin kullanımının yayılması ile rekabet oluşunca ve fabrika rekabet açısından gerekli hamleleri yapmaktan geri kalınca önce 15-20 sene kadar üretim azalarak çalışmış ve en sonunda satılmış.
Göksu ve Küçüksu dereleri arasında Boğaz kıyısında yer alan Küçüksu Kasrı, Sultan I. Mahmud’un sadrazamı Divitdâr Mehmed Paşa tarafından1751-1752tarihlerinde padişaha hediye, bir av köşkü olarak inşa edilmiş. Sultan III. Selim 1792 tarihinde kasrı adeta yeniden yaptırırcasına büyük bir tadilattan geçirtmiş. Küçüksu Kasrı, bütün bu tadilata rağmen Sultan Abdülmecid tarafından yıktırılarak yerine yeni ve daha gösterişli büyük kâgir bir kasır olarak inşa edilmiş. 1856 senesinde tamamlanan, Sultan Abdülaziz döneminde de eklemeler yapılan kasır, dış cephe olarak 19. yüzyıl Osmanlı barok ve rokoko üsluplarını yansıtıyor. Oda ve salonlar değerli sanat eserleriyle döşenmiş, Avrupa’dan sipariş edilen mobilyalara yer verilmiş. Alçı kabartma ve kalem işi süslemeli tavanları, bir şömine müzesini andıran birbirinden farklı renk ve biçimde İtalyan mermerleriyle yapılmış şömineleri, her bir odada ayrı süslemeli ve ince işçilikli parkeleri, Avrupa üsluplarındaki mobilyaları, halı ve tablolarıyla zengin bir sanat müzesi niteliğinde.
Bilgi: Saray içlerinde resim çekilmesi yasak!
Sultan II. Mustafa’nın zevcesi Mihrişah Sultan tarafından 1750’de Küçüksu Kasrı’nın tam karşısına Mihrişah Valide Sultan Camisi yaptırılmış. II. Mahmud döneminde yenilenmişse de geriye sadece kitabesi kalmış. 1930’larda minaresi yıkılan cami önce Küçüksu İdman Yurdu spor kulübüne verilmiş ardından CHP tarafından lokal olarak kullanılmış. Geçmişte cami olarak kullanılan yapıda içki içilmesi DP iktidarı dönemine tepkilere sebep olmuş, caminin tekrar ibadete açılması için Vakıflar Başmüdürlüğü’ne verilen dilekçe sonucu Cami tamamen yıkılıp şimdiki hali yapılmış.
Mihrişah Sultan Çeşmesi Küçüksu Kasrı’nın önüne 1806’da Sultan III. Selim Han tarafından annesi Mihrişah Sultan adına yaptırmış. Dört yüzlü bir meydan çeşmesi olan Mihrişah Sultan Çeşmesi üç basamaklı bir platform üzerinde kareye yakın dikdörtgen planlı. Çeşme barok ve ampir üslupları arasındaki geçiş dönemini yansıtmakta.
Kandilli’nin ismi ile ilgili bir sürü hikâye var. Bizans dönemindeki ismi “Perrion” imiş. Osmanlı döneminde, Osmanlı sultanlarından birinin, sevdiği kadına jest yapmak için denizi kandillerle donattığı için kandilden, bir başka söylentiye göre de Osmanlı sultanlarından birinin, düşmanı olan kişinin kellesini kestirip “kanlı dilini” denize attırmasından, gene bir söylentiye göre Sultan IV. Murat’ın Revan seferine çıkarken: bu bölgeye bir saray yapılmasını ister, 1632 yılında ise seferden dönüşünde, burada yapılan ve inşaatı biten sarayı gezerken, orada şehzade Mehmet dünyaya gelir. Bu doğum, 7 gece kandiller yakılarak kutlanmış ve yöreye kandillerin bolluğu ve güzelliği nedeniyle “Kandilli” ismi verilmiş. En uyanı seçmek size kaldı…
Aslında “Kandilli” isminin kelime anlamı, Osmanlıca da “Sarhoş olmak” anlamında… Ben bunu seçtim.
Kandilli iskelesinin hemen yanındaki Kandilli Cami’nin yapım tarihi 1632 yılı. İki katlı ve ahşap çatılı. Camiyi yaptıran Sultan I. Mahmut. Caminin kitabesi günümüze ulaşmamış. Cami taş ve dikdörtgen planlı, çatısı ahşap ve kiremit kaplı. Tek minareli ve tek şerefeli olan bu caminin bahçesinde 1969 yılında yapılan bir şadırvan bulunmakta. Camide çok fazla sayıda pencere bulunması nedeniyle iç mekân oldukça aydınlık. Çini mihrabı, bu ibadethane inşa edilirken, daha eski bir camiden buraya taşınmış. 1931 yılında ibadethane, geçirdiği bir yangın sonrası harap olmuş, Bugünkü hali 1751 yılında inşa edilmiş.
Mahmud Han I Çeşmesi, Sultan I. Mahmut Çeşmesi olarak da bilinir. Kandilli’de İskele meydanı karşısında mermer kaplanmış süslemesi olmayan bir çeşme.
Hatice Sultan Su Kuyusu
II. Beyazıt’ın, depreme karşı önlem olarak, yerin altında biriken gazı yerin üstüne vermek amacıyla, İstanbul’un muhtelif yerlerine 2 bin deprem su kuyusu açtırmış.
Kandilli’de Kurt Bağrı Sokak’ta bulunan Kandilli Oniki Havariler Sprotz Yergodasan Arakelotz Ermeni Kilisesi, 1846 yılında Boğos Amira Aşnanyan’ın önderliğinde inşa edilmiş. Bu kilisenin kendine özgü ahşap çan kulesi var.
Kandilli Nevmekân’a çıkan dimdik yokuşun kenarında Metamorfosis Rum Ortodoks Kilisesİ ve Mezarlığı var.
İskeleyi sırtınıza verip Kandilli’ye yüzünüzü döndüğünüzde karşınıza sıra sıra rengârenk evleri ile tarihi Sıraevler Sokağı çıkar. Sokağın başından sonuna kadar yürüdüğünüzde kendinizi tam anlamıyla 1800’lerin Osmanlı’sında hissedeceksiniz. Çünkü burası, İstanbul’un Osmanlı sivil mimarisine ev sahipliği yapan en iyi korunmuş sokakların biri. Zaten Kandilli tarihi sit alanıdır ve buradaki bütün evler, Anıtlar Kurulu’na kayıtlıdır. Sokakları Balat ve Kuzguncuk Sokakları gibi harika görüntüler sunmakta.
Adile Sultan Sarayı-Kandilli Kız Lisesi
Osmanlı tarihinde, divân sahibi tek kadın şair olan Adile Sultan, Sultan II. Mahmut’un kızı ve Sultan Abdülmecit’in kız kardeşidir. 1826 yılında doğmuş ve 1899 yılında ölmüştür.
1856 yılında Sultan Abdülmecit tarafından burada bulunan konak çok sevdiği kız kardeşi Adile Sultan için satın alınmış. Sultan Abdülaziz döneminde ise, harap durumdaki bu konak yıktırılmış ve yerine şimdiki saray yaptırılarak Adile Sultan’a yazlık ikametgâh olarak verilmiş. Sarayın mimarı Sarkis Balyan’dır. Düzgün biçimli olmayan saray arsasının ön yüzü sahile, arka yüzü ise Sıraevler Sokağı’na bakar. Yapı, batı-doğu ve merkez olmak üzere 3 bölümlü. Zengin bezemelere sahip, rokoko mimari stille inşa edilmiş.
Adile Sultan zaman içinde Kandilli yöresinin imarına çok katkıda bulunmuş, yoksullara yardım etmiş ve eğitim konularına ilgi duymuştur. Ancak çok sevdiği eşini ve dört kız çocuğunu erken yaşlarda kaybedince bu güzel sarayda oturmak istememiş ve 1868 yılında yapıyı terk etmiş.
Kandilli’de Liseli Sokak’ta bulunan Adile Sultan Sarayı, Adile Sultan’ın ölümünden sonra vasiyeti üzerine 1899 yılında, kız okulu olarak düzenlemesi istenerek Milli Eğitime bağışlanmış. Ardından, Meclis-i Mebusan Başkanı Ahmet Rıza Bey ve kız kardeşi Selma Hanımın gayretleriyle 1916 yılında burada “Kandilli Kız Lisesi” adıyla yatılı kız lisesi açılmış ve saray da lisenin yatakhanesi olarak kullanılmaya başlanmış. Ancak 6 Mart 1986 gecesindeki yangında yapı yok olmuş ve ardından, Sakıp Sabancı’nın bağışı ile 2007 yılında restore edilmiş. Günümüzde burası özel bir restoran ve düğün salonu olarak kullanılmakta.
130 yıllık tarihi Glavany Köşkü restore ederek “Nevmekân Kandilli” olarak kütüphane ve kafe olarak hizmet veriyor.
David Glavany Köşkü veya eşi Valentine Glavany Köşkü, kısaca Glavany Köşkü, 1893 yılında İstanbul Kandilli sırtlarında Osmanlı Bankası kurucularından İngiliz David Glavany tarafından yaptırılmış bir köşk.
Yolun sonu sizi şehrin en güzel manzaralarından birine çıkaracak. Vahit adında genç bir subay Belkıs adında bir kızla sevişir, ama kızın ailesi evlenmelerini istemez. Bir gece bu tepede buluşurlar ve bu Boğaziçi Romeo’su önce kızı vurur, sonra intihar eder. Onun için burası Sevda Tepesi’dir.
Elbette Kandilli’yi bu kadar eşsiz yapan değerlerden biri de tek bir ağaç bile kesilmeden bugünlere gelmiş olması. Özellikle erguvan mevsiminde Cemile Sultan Korusu ve Sevda Tepesi’ne hayran kalacaksınız.
Burası Boğaziçi’nin oldukça aristokratik bir bölgesi çünkü kıyı boyu ancak bir sıra yalı yapılabilecek kadar dar. Vaniköy adı 17. yüzyılda yaşamış sofu bir Müslüman olan Vani Efendi’nin adından gelir. Yaz gelene kadar tepedeki korulukta bülbüller şakır. Dut mevsimi başlayınca bülbüller ötmez olur. “Dut yemiş bülbül” deyimi de buradan gelir.
Vaniköy’deki ilk iskân faaliyetleri1665-1666yılları arasında, burada Vaniköy Mescidi Camii yapılmasıyla başlar. Sultan IV. Mehmet’in hünkâr şeyhi olan Vani Mehmet Efendi tarafından yaptırılmış. Yapılışından 180 yıl sonra, Sultan I. Mahmut, buraya bir hünkâr mahfili ekletir ve av sonrasında burada dinlenir ve cuma namazını kılarmış.
Kırmızı, tek şerefeli minaresi, kâgir zemine oturtulmuş ve betonarmedir, kırmızı renk nedeniyle çok uzaklardan seçilir. Deniz tarafında bir duvar çeşmesi var. Koru tarafı ise yüksek sütunlarla sundurma şeklinde yapılmış. Caminin bir yanı Boğaz ve diğer yanı yemyeşil bir tepeye bakmakta ve iki yanı yalılarla çevrili. Caminin Boğaz’a bakan tarafındaki çınar ağacına dikkat edin, bu ağaç cami yapılırken buraya dikilmiş, yani yaklaşık 350 yıllık.
Kasım 2020'de çıkan yangında zarar gören Boğaziçi'nin en güzel yalı camisi Vaniköy Camii, 1600 kitaplık kütüphanesiyle ayağa kaldırıldı.
Kuleli Caddesinden Beykoz yönüne doğru yürümeye devam ve istikamet Kuleli Kaymak Mustafa Paşa Camisi. Sultan III. Ahmet dönemi 1720 yılında Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın damadı olan ve Kaptan-ı Deryalık yapmış olan Nişancı Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. Kendisi aynı zamanda Gelibolu’daki Telli Çeşme, Üsküdar’daki Kaptan Paşa Camii ve Kuruçeşme’de Kasrı Süreyya camilerini de yaptırmış. 1730 yılında çıkan Patrona Halil İsyanı sonunda kayınpederi Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile görevden alınıp ve 1 Ekim 1730 günü idam edilmiş.
Minaresi alışılagelmişin dışında sol arka tarafta bulunan cami, oldukça sade ve enine dikdörtgen biçimde. Tek minareli ve tek şerefeli olan bu cami ayrıca Kulebahçe Mescidi, Kuleli Ocağı Mescidi ve Kuleli Cami olarak da bilinmekte.
Caminin karşısında Boğaz’daki eşsiz yapı eski adıyla Kuleli Askerî Lisesi’ne hüzünle bakmadan geçemedim. Bir zamanlar Türkiye’nin en zeki gençlerinin okuduğu, en prestijli okul. Şimdilerde ise terkedilmiş, yalnız ama siluetiyle halen büyüleyici ve dimdik.
Osmanlı’dan günümüze gelen bu asırlık okul binlerce komutanın yanı sıra birbirinden değerli sanatçı, şair ve bilim adamının da yetişmesini sağlamış. 1845’te açılan okul 2016’da OHAL kapsamında çıkartılan KHK ile diğer tüm askeri liseler ile kapatıldı. Ölüm sessizliğinin hüküm sürdüğü 171 yıllık okulu görünce hüzünlenmemek elde değil…
Çengelköy 1960’lara kadar çoğunluğu Rumların oluşturduğu son derece pitoresk (durumu ve görünüşü resmi yapılmaya değer olan görüntü) bir Boğaziçi köyü. Geçmişin geleneksel hayat tarzını hala koruyor.
Çengelköy kasaba havasındaki yapısı, mahalle dokusunun hiç bozulmadığı ara sokakları, tarihi kokusu ve meşhur çınar ağaçları ile insanı adeta bir mıknatıs gibi kendine çekiyor. Bir günü dolu dolu geçirebileceğiniz yerlerden biri, Boğaz’ın incisi. Sayısız yeme içme alternatifi mevcut, ara sokaklara dalın ve size hitap eden mekânı bulun. Çengelköy Gezilecek Yerler ruhunuzu şenlendirecek türden :))
Sokağa yaydığı mis kokular ile insanı kendine çeken, günün her saati tatlıdan tuzluya dilediğinizi alabileceğiniz sıcacık 170 yıllık, ilk sahibinin Ermeni olan, kapısında “ekmek teknesi” tahtası asılı olan Tarihi İsmail’in Has Ekmek Fırın’ı bizim için karşı konulmaz lezzet durağı oldu. “Ekmek teknesi” tahtasının amacı ihtiyacı olanlara ekmek sağlamak, sen bırak ihtiyacı olan alsın!
Tarihi Çınaraltı Aile Çay Bahçesi bol deniz havası alabileceğiniz, köprü ve boğaz manzarasına doyacağınız bir mekân. Süper Baba’nın çekimlerinin yapıldığı mekân burası. Buraya dışarıdan dilediğiniz yiyeceği getirip yiyebiliyorsunuz, sadece içecek getirmek yasak.
Çınar ağacının tarihi ise Osmanlı’dan bile öncesine, 1200’lü yıllara dayanıyor. Ortalama 800 yaşında olan çınar ağacı heybetli görüntüsüyle Çengelköy’ün simgesi durumunda.
Hamdullah Paşa Camisi’nin ilerisinde Derya Seyit Ali Paşa Sokak’ta Ömer Camisi bulunuyor. Hacı Ömer Efendi tarafından inşa edilmiş. Caminin kitabesi yok, bu nedenle de kesin inşa tarihi bilinmemekte. Şair Sadi’nin hazırladığı kitabenin son mısrasından 1894 tarihinde yenilendiği anlaşılmakta. Dikdörtgen planlı, ahşap çatılı, kâgir, tek minareli ve tek şerefeli olan bu caminin bahçesinde, caminin bânisi Hacı Ömer Efendi’nin mezarı bulunuyor.
Tek katlı, kâgir, dikdörtgen planlı, çatısı ahşap ve kiremit kaplı, Hamdullah Paşa Camisi diğer adı Çınarlı Cami 1820 tarihlerinde Kaptanı Derya Abdullah Ağa tarafından inşa edilmiş. Abdullah Ağa Çengelköy’de kayıkçılık yapan Safranbolulu Kürekçi Ali’nin oğludur. Baba mesleğine devam etmiş ve sonunda saray saltanat kayığına kürekçi olarak alınmış. Saraydaki çalışmalarından dolayı Sultan II. Mahmut döneminde Bostancıbaşı, silahtarağa, imrahor, kaptanıderya ve sonunda sadrazam olmuş. Bostancıbaşı’lık İstanbul’un asayişi ile ilgili olup o dönemde önemli bir görevdi. Bostancıbaşı’lık Osmanlı devlet düzeninde özel önem arz ederdi. Göreve getirilmeleri veya azledilmeleri bizzat padişah tarafından yapılırdı. Sadrazamın bile Bostancıbaşı’na emir vermesi usulden değildi. Abdullah Ağa Kaptanıderya olduğu dönemde yalısının yanına asırlık çınar ağaçları altına bir camii yaptırdı. Bu camii bugün Hamdullah Ağa Camii ismiyle anılır.
17. yüzyıl sonlarında yerinde bulunan bir kilisenin yerine inşa edilen Rum Ortodoks Aya Yorgi Kilisesi Kuleli Caddesi ile Tanrıverdi Sokak’ın keşişimin de bulunuyor. 19. yüzyıl kilisesi dıştan bakıldığında daha çok bir depoyu andırıyor. Çan kulesi ilginç.
Kilisenin girişinde 1908 tarihli bir çeşme bulunmakta.
Puufu Türkiye’nin ilk Japon sufle pankekçisi. Hacimli ve kabarık görüntüsü, çok hafif olması ve ağızda dağılan kıvamı, sipariş üzerine anlık hazırlanıp taze bir ürün olarak servis edilmesi bakımından oldukça cezbedici. Biz meyveli-çikolatalı denedik.
Semtin ruhunu yansıtan bu mekânda bir mola verdikten sonra kafeden yukarı doğru yürüyüp Çengelköy’ün ara sokaklarında dolanıp, tarih kokan yapıları görerek mest olmaya devam ettik.
Bostancıbaşı Abdullah Ağa Yalısı, İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında Üsküdar Çengelköy vapur iskelesinin güneyinde 1810 tarihlerinde Bostancıbaşı Abdullah Ağa tarafından inşa ettirilmiş. Abdullah Ağa’dan sonra oğulları Beylerbeyi Hasan Paşa ve İzzet Bey bu yalıda oturmuşlar. Ölümlerden sonra bu yalı birkaç kez el değiştirip sonunda Yordan Pavlidis’e satılmış. Yordan Pavlidis deniz cephesine iki çıkma oda daha yalıya eklemiş tabii ki sonradan yapılan ekler binanın mimarisini ve orijinalliğini bozmuş. Pavlidis ölünce bu yalı mirasçılarına kalmış. İstanbul’un İşgali sırasında bu yalı İtalyan Kuvvetler Komutanlığı olarak kullanırken çok tahrip olunca 1981 yılında Kültür Bakanlığı tarafından kamulaştırılıp yeniden betonarme olarak tekrar inşa edilmiş. Bu yalıyı şimdi Sütiş pastane olarak kullanıyor.
Yalının yanındaki çınar başlı başına görmeye değer. 1000 yıllık olduğu söyleniyor.
Boğaziçi’nde estetik açıdan görülmeye değer en güzel binalardan biri Sadullah Paşa Yalısı. 18. yüzyıldan günümüze kalabilen nadir yalılardan Sadullah Paşa Yalısı’nın Murat Bardakçı’nın kaleminden hikâyesi şöyle: “Yalı, ilk sahiplerinden olan Bağdat Valisi Hamdi Paşa’nın borçları yüzünden 19. asrın başlarında Ayaşlı Esad Muhlis Paşa’ya satılır, Paşa zatürreden ölünce 1838 doğumlu oğlu Sadullah Paşa’ya kalır. Sadullah Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun Viyana’daki büyükelçisidir, sefarethanede çalışan genç bir hizmetkarla gönül ilişkisine girer. Devrin hükümdarı Sultan Abdülhamid tarafından İstanbul’a dönmesine bir türlü izin verilmemektedir, memleket hasreti çekerken üstüne üstlük hizmetkâr kızın kendisinden hamile kaldığını öğrenir ve 1891’de havagazıyla intihar eder. Paşa’nın İstanbul’da, Çengelköy’deki yalıda yaşayan haremi Necibe Hanım ise, haberi duyunca çıldırır. Paşa’nın eşi Necibe Hanım 1917’de vefat eder, yalı Cumhuriyet’in ilk içişleri bakanlarından olan Ahmet Ferit Tek’e satılır, onun vefatıyla kızı Türkolog Emel Esin’e geçer. Emel Esin, yalıyı kendi adıyla kurduğu vakfa devreder ve o da dünyadan 1987’de ayrılır. Binanın daha sonraki sakini ise, yalıyı Emel Esin Vakfı’ndan kiralayan Ayşegül Nadir’dir. Ayşegül Nadir’in isminin etrafında yoğunlaşan ve basını bundan senelerce önce uzun müddet meşgul eden meşhur tarihi eser kaçakçılığı olayı da işte bu yalıda yaşanır.”
200 yıllık tarihi geçmişi olan Tarihi Bekir Efendi Çeşmesi, Çengelköy’ün yaya ve araç trafiğini aksattığı için 40 yıl önce bulunduğu Havuzbaşı Parkı’ndan alınarak Üsküdar Çengelköy ‘deki Güzeltepe Caddesi’ne taşınmış.Eserde ortada büyük, iki yanda küçük olmak üzere üç çeşmesi bulunmakta. Bu çeşmelerin üçünde de oymalı kemerler içerisinde kabartmalı motiflerle süslü ayna taşları yer almakta.
Türkiye’de ilk eroin fabrikasının Çengelköy’de kurulduğunu biliyor muydunuz?
Eroin bir zamanlar ülkemizde ve daha birçok ülkede yasal olarak üretiliyor ve tüketiliyormuş. 1925 yılında eroin ve ham maddesi “afyon” tüm dünyada yasaklanmasına karşın Türkiye’de 3 yasal fabrikası açılmış. Türkiye uluslararası anlaşmaları imzalamayıp morfin ve eroin sattığı için, 1929’dan başlayarak büyük bir ambargo ile karşılaşıyor. 1930’da bu fabrikalar 1,5 milyon bağımlının ihtiyacını karşılayabilecek kapasitede, aylık yaklaşık 3-5 ton eroin üretiliyormuş. Ancak o dönemde kitlesel olarak 30-40 bin kişi eroinden ölmüş. 1933’te eski bir asker olan general Sherril Türkiye’ye elçi olarak atanıyor. Mustafa Kemal’in biyografisini yazıyor ve sağladığı bu yakınlık sayesinde kabinede en güvendiği adamların bu işin içinde olduğunu anlatıyor. 1933’te Mustafa Kemal kabineyi toplayıp eroin fabrikalarını kapatıyor.
14 Nisan 1972 tarihli Hürriyet Gazetesi arşivi ilginç!
-1936 yılında bir yüksüklük eroin paketi bir tütüncüde 25 kuruşa satılıyordu. (Gazetedeki yazı)
Tarihi çınar ağaçları ile kaplı, dar sokakları, cumbalı evleri ve yerli halkıyla ışıl ışıl olan Çengelköy Sokakları hem tarihi yalıları hem de renkli kafeleri ile bizlere güzel bir gün geçirmenize olanak sağladı.Siz de Çengelköy’deki ahşap ev ve konakların sıralandığı Kemalettin Tuğcu Sokağı, Havuzbaşı Yokuşu Sokaklarında dolaşarak harika fotoğraflar çekilebilir ve şirin mi şirin kafelerde soluklanabilirsiniz.
Çengelköy Macar Fevzi Mehmet Paşa Köşkü, Çengelköy Kalantor sokağa cepheli olarak inşa edilmiş. Köşkü inşa ettiren Macar Fevzi Paşa Erkan-ı Harbiye Reisi idi. Bugünkü Genel Kurmay Başkanı idi. Köşk Ali Nizami Paşa Köşkü ile komşudur. Yapının kesin inşa tarihi ve mimarı bilinmemekte. 1848 yılında Sultan Abdülmecit döneminde Macaristan Avusturya savaşı sırasında Osmanlı’ya sığınan ve sonradan Müslüman olan paşalardan biri. Daha sonra Sultan Abdülaziz döneminde askeri görevler almış. Başarılı bulunarak Erken-ı Harbiye Reisi yapılmış. 1889 yılında Sultan Abdülhamit döneminde vefat etmiş. Geleneksel orta sofalı köşk planı seklinde olup yapının bahçesinde hamam ayrı bir yapı olarak inşa edilmiş. Hamamdan ana köşke ulaşılan bir bağlantı var. Köşkte bugün Osmanlı Sanatı uzmanı Serdar Gülgün tarafından konut olarak kullanılmakta.
Kemalettin Tuğcu Sokağı geze geze tepelerde Ermeni banker Köçeoğlu’nun kendisi için yaptırıp sonra Sultan Aziz’e armağan ettiği güzel bir köşk var. Ermeni kökenli Köçeoğlu Agop Efendi, Osmanlı hazinesine, saraya ve Osmanlı yönetiminin elit kadrosuna borç veren Galata bankerleri arasında önemli bir yeri olan kişi.
Çengelköy Şehzade Vahdettin Efendi Köşkü
Çengelköy Köçeoğlu Korusu Köçeoğlu ailesinin çiftliği idi. 18. ve 19. yüzyıllar boyunca birçok köşk yaptırıldı. Yaklaşık 50 dönümlük koru içindedir. İlk yapılmış olan Köçeoğlu Köşkü Sultan II. Abdülhamit’in oğlu şehzade Burhanettin Efendi için satın alınmıştır. Daha sonra bu koru ve köşk Şehzade Vahdettin Efendi’ye tahsis edilmiş. Bu arazide Ağalar Köşkü, Köçeoğlu Köşkü, Mehmet Vahdettin Köşkü, Kadı Efendi Köşkü, bahçıvan evi ve sera yer alıyormuş. Köçeoğlu köşkü büyütülerek harem binası yapılmış. Sultan Vahdettin, kendi adını taşıyan köşkü ise Rus Çarı’nın gönderdiği bir hediyenin üzerindeki köşk resminden esinlenerek yaptırmış. Bu yapılar arasında üstünde soğan kubbenin olduğu Vahdettin köşkü en önemli binadır. Köşkün mimarisini Fransız-Türk Levanten Mimar Alexandre Vallaury tasarlamıştı. Şimdi Cumhurbaşkanlığı Çalışma Ofisi olarak kullanılıyor.
Tedirginlikten uzak insana güvenen bakışlar, sokakta gördüğü her yabancıya eşlik eden Çengelköy kedileri. Niye ki; her semtte kedi var, demeyin. Buradaki kediler insanlarla öyle iç içe olmuş ki, artık onları çınar ağaçlarından, iskelesinden, sokaklarından ayrı tutmak mümkün değil ve zaten olmamalı.
Bir de Çengelköy hıyarı. Çengelköy’ün ana caddesinde yürürken gözleriniz sağlı sollu dizilmiş esnaf tezgâhlarında bölgeye özgü küçük, ince kabuklu, çıtır çıtır salatalıkları veya diğer adıyla bademleri görüyoruz. Arnavutköy kirazıyla, Ortaköy enginarı, Beykoz ceviziyle, Çengelköy’de hıyarı ile meşhur.
Çamlıca Tepelerine doğru dik çıkan Havuzbaşı Sokağı’nın altındaki Küçük Şeyh Nevruz Camisi. Yapımında ahşap kullanılan cami tek şerefeli ve tek minareli. Ayrıca bazı kaynaklardan edinilen bilgiye göre Mehmet Akif İstiklal marşı kıtalarının bir bölümünü bu camide yazmış. Ayrıca Kurtlar vadisi Ömer Baba karakterinin müezzinlik yaptığı camide. Burası tarihi açıdan da önemli bir nokta. Biraz ilerisinde II. Abdülhamit’in yaptırdığı Çengelköy İlkokulu ve Hacı Hanım Çeşmesi bulunmakta.
II. Mahmud Çeşmesi (Çengelköy Kuru Çeşme)
Şehrin dışına yapılan çeşmeler kadar şehir içi çeşmeleri ve su Osmanlı için farklı bir yere sahip. Mahalle çeşmeleri, mahallede yaşayan halkın ihtiyacını karşılamak için, meydan çeşmeleri de hem halkın ihtiyacı hem de şehri süslemek amacıyla yapılmış. Köşe çeşmeleri ise, mahallelerin köşe başlarında hayırseverler tarafından yaptırılan çeşmeler. Camilere bitişik olarak yapılanlara cami çeşmeleri, merdivenlerle inilip çukurda kalanlara da çukur çeşmeleri denmekte.
1832 yılında yapılan çeşmenin haznesi, yontma taştan, ayna taşı ve su teknesi ise mermerden yapılmış. Ayna taşı üzerindeki musluk koparılmış durumda ve taştan bir saçağı mevcut.
İskele yakınındaki karakolun yerinde eskiden yine Abdülmecit’in yaptırdığı güzel karakollardan biri vardı. Karakolun önündeki lahana çeşmesi (Kavasbaşı Ahmet Ağa Çeşmesi) hala duruyor. Çeşme hakkında yapılış tarihi dışında bilgi bulunmamakla beraber, XV. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar var olduklarını bildiğimiz “Lahanacılar” ve “Bamyacılar” rekabetini hatırlatır biçimdeki Lahana sembolü dolayısıyla, Kavas Ahmet Ağa’nın ya da Mehmet Hüsrev Paşa’nın Lahanacılar ile ilişkisi olduğu düşünülmektedir.
Osmanlı’nın derbi klasiği: Lahanacılar ve Bamyacılar olduğunu bu çeşme ile öğrenmiş oldum. Osmanlı İmparatoluğu’nun müsabaka şeklinde oynanan en yaygın spor dalı cirit. Cirit oyunu takımlar halinde oynanırken müsabaka yapan takımların özel isimleri varmış. Bu takımların en ünlüleri “Lahanacılar” ile “Bamyacılar”mış. İki rakip durumuna gelen süvarilere Amasya’nın bamyası, Merzifon’un da lahanası ünlü olduğundan Çelebi Mehmed’in takımına Bamyacı, Murad’ın takımına ise Lahanacı deniliyormuş. Bu iki takımın formaları ve renkleri de Lahanacılar yeşil, Bamyacılar mavi kadifeden oluşuyormuş.
“Dünya atomlardan değil hikayelerden oluşmuştur” derler. Yaşadıkları mekanlar, insanlar hakkında kelimelerden daha çok şey anlatır. Bir semti tanımaya evlerinden başladığınızda, portreyi doğru fonda inşa etme şansı elde edersiniz. Boşlukları doldurmak için de kelimeler imdadınıza yetişir…
Çengelköy’den Beylerbeyi’ne yürümeye devam ediyoruz.
Bizans zamanında Stravros (Istavroz) adıyla tanınırmış Beylerbeyi. Eskiden burada altın kaplama haçlı bir kilise olduğu söylenir. Kimileri Stravros adının buradan geldiğini ileri sürer. Aynı adı taşıyan dere çoktan kurumuş.
Beylerbeyi bir başka geleneksel Boğaziçi koyudur. Çengelköy’den biraz daha fazla kentleşmiştir ve ahalisinin çoğu eskiden beri Türk’tür.
Deniz kıyısındaki Beylerbeyi Sarayı, Abdülaziz’in buyruğu üzerine 1865’te Sarkis Balyan tarafından yaptırılmış. Eskiden burada II. Mahmut’un tahta sarayı varmış. Saray dönemin ve Balyan ailesinin mimari özelliklerini taşır. Sarkis Balyan Ortaköy’de kendisi içinde Beylerbeyi Sarayı ile karşı karşıya bir ev yaptırmış. Beylerbeyi Sarayı’na birçok kral ve ailelerinden pek çok kişi konuk edilmiş. Beylerbeyi Sarayı’nın meşhur konukları; III. Napoleon’un karışı İmparatoriçe Eugenie, Avusturya İmparatoru Franz Joseph, İran Şahı Nasreddin ve Mrs. Simpson’la Kral III. Edward.
Balkan Savaşı patlak verince, Selanik’e sürgüne gönderilmiş olan II. Abdülhamit, güvenlik amacıyla Beylerbeyi Sarayı’na getirilmiş ve 1918’de burada ölmüş. Saraya ait ilginç bir ayrıntı da yazlık saray olarak yapıldığından, burada ısıtma donatımı olmamasıdır. Sarayın haremlik ve selamlık bölümlerinde toplam 26 odası mevcut. Binadaki altı salon içinde en dikkat çekici olanı Havuzlu Salon on altı mermer sütunla çevrilmiş, tam ortasında yunus oymalı fıskiyesi olan bir çeşme bulunuyor. Bu zarif çeşmenin serinlik sağlama dışında bir diğer görevi de yapılan gizli konuşmaların yan odalardan duyulmasını engellemek olmuş. Salonda yer alan renkli, Bohemya kristal avizeler ve havuzun köşelerine yerleştirilmiş şamdanlar çok güzel. Saray, köşelere yerleştirilmiş odaların bir sofaya açıldığı geleneksel Osmanlı evi tarzında yapılmış. Giriş holünde karşılıklı bulunan diğer iki odanın duvarları, tavanları ve mobilyalarının tümü Mağribi tarzı tahta oymacılığı ile işlenmiş. Tıpkı Dolmabahçe Sarayı’nda olduğu gibi Beylerbeyi de baştan aşağı Hereke halıları, Bakara kristalleri ve Yıldız porselenleriyle döşenmiş. Sarayın en göze çarpan özelliklerinden biri duvarlar ve tavanlardaki deniz ve gemi tabloları. Bu da Sultan Abdülaziz’in denize olan düşkünlüğünün bir sonucu. Sultanın çalışmalarını beğendiği Polonyalı sanatçı Stanislas Chlebowski deniz ve donanmayla ilgili resimleriyle sarayı süslemiş. Dekorasyonda ayrıca Kuran’dan ayetler,şiirlerden alıntılar kullanılmış.
Beylerbeyi iskelesinde son derece görkemli Hamidievvel Camii var. Sultan I. Abdülhamid tarafından annesi Rabia Şermi Sultan’ın anısına yaptırılarak 1778 yılında ibadete açılmış. 55 penceresi bulunan barok üslupta, tek kubbeli, caminin içerisinde hem Osmanlı hem de Avrupa çinileri dikkat çekici. Kısmen II. Mahmut’un yaptırdığı bir de külliyesi olan caminin bir “muvakkithane”si var. Caminin müneccimi burada namaz saatlerini hesaplıyor. III. Mustafa zamanında mesleğe başlayan caminin mimari Tahir Ağa, Osmanlı barok tarzının en yaratıcı sanatçılarındanmış.
Beylerbeyi Bostancıbaşı Abdullah Ağa Camii cadde kotundan on metre daha aşağıda çukur bir alan içerisinde. Caminin banisi Bostancıbaşı Abdullah Ağa’dır. 1832 yılında eskimesinden dolayı Sultan II.Mahmut tarafından yeniden inşa edilmiş. Cami bahçesinde sıbyan mektebi olduğu bilinmekte.
Abdullah Ağa Çengelköy’de kayıkçılık yapan Safranbolulu Kürekçi Ali’nin oğludur. Baba mesleğine devam etmiş ve sonunda saray saltanat kayığına kürekçi olarak alınmış. Saraydaki çalışmalarından dolayı Sultan II. Mahmut döneminde Bostancıbaşı olmuş. 1815 tarihinde azledilmiş. Abdullah Ağa da Çengelköy’deki evine çekilmiş. Bir yıl sonra Padişah tarafından affedilip tekrar kendisine görev verilmiş. Bu defa silahtar ağası, imrahor, vezir kaptanıderya ve sonunda Sadrazam olmuş. Ama en uzun süre Bostancıbaşılık yaptığı için bu görevi ile meşhur olmuş.
Beylerbeyi Yalıboyu Caddesi’nde Beylerbeyi Hamid-i Evvel Külliyesi içerisinde bulunan Tarihi Beylerbeyi Hamamı, I. Abdülhamit tarafından, 1778’de yapılmış. Rabia Sultan tarafından Hamid-i Evvel Cami’ye gelir sağlaması için inşa edilmiş. Ahşap tavanlı, camekan aydınlatma fenerli 244 yıllık tarihi Beylerbeyi Hamamı, günümüzde 48 milyon TL’ye satışa çıkabilmiş vaziyette.
İkinci derece tarihi eser statüsüne sahip Beylerbeyi Hamamı’nın, bir dönem Müzeyyen Senar, Huysuz Virjin gibi ünlü sanatçıları da ağırladığı söyleniyor.
Paşalimanı caddesinden yürüyerek Üsküdar’a ulaşıyoruz.
Yolumuzun üzerinde bugün Devlet Opera ve Balesi’nin sahnesi olarak kullanılan bir zamanların III. Selim Hububat Ambarları ve Tütün İdaresi Binaları görüyoruz.
III. Selim tarafından 1798-99 tarihinde “hububat ambarı” olarak yaptırılmış. Sonrasında uzun yıllar tütün deposu olarak kullanılmış ve yılların yıpratıcı etkisi ile bina harabeye dönmüş. Çeşitli onarımlar gören bina bir müddet “Tekel Müzesi” olarak hizmet vermiş. 2009 yılından itibaren ise “İstanbul Devlet Tiyatrosu Üsküdar Tekel Sahnesi” olarak resmî koro, topluluk ve tiyatrolar tarafından yapılan etkinliklere ev sahipliği yapmakta.
Paşalimanı’nda yolun sağ tarafında duvara yaslanmış denize doğru bakan ilgi çekecek derecede büyük ve ihtişamlı bir çeşme Serasker Hüseyin Avni Paşa Çeşmesi. 1874 yılında Hüseyin Avni Paşa tarafından yaptırılmış. İstanbul’un en uzun cepheli çeşmesi. Cephenin tamamı mermerden yapılmış, sağında ve solunda dörder yalak toplam on bir yalak bulunmakta. Neden bu kadar çok yalak var derseniz, çünkü burada eskiden üç çeşme varmış. Bu üç çeşmeye Paşalimanı Çeşmeleri denilirmiş. Anadolu’dan getirilen büyük baş hayvanların Beşiktaş’a geçiş noktası burasıymış. O zamanlar bu limanın diğer bir adı da Öküz Limanı’ymış Paşalimanı’nda bulunan bu limandan hayvanlar gemiye bindirilerek Beşiktaş’a götürülürmüş. Bu esnada susayan hayvanların su içebilmeleri için çeşmelerin yalak sayısı fazla yapılmış.
İnsana her şeyin nasıl gelip geçici olduğunu, zamanın her şeyin üzerini nasıl örtüp değiştirdiğini hissettiren son derece etkileyici semtler. Böylesi geniş bir zaman perspektifinden bakıldığında, elimizden, baki kalan kubbede hoş bir sada bırakmaktan başka bir şey gelmediğinin, insan belki de yapabileceği tek ve en anlamlı şeyin gönlünü şen tutmak olduğunu düşünmeden edemiyor.