521

Yedikule Samatya Gezisi

İstanbul’a her ay farklı bir mahalleden keşiflerimi toplamaya devam ediyorum. Herhâlde bu yüzden ben sadece mahallelerin değil; asıl İstanbul’un müdavimiyim.

Farklı semtler benzer hayatlar gerçi çok da uzak değiller kıyıya dizilmiş peş peşe semtler… Zaman makinesine binmişsin gibi orası da İstanbul burası da.

Samatya insanların kapı önlerinde oturduğu, mahallenin bakkalın hayatımızdaki son gelişmeleri bildiği İstanbul’un dönüşümü içerisinde küçük mahalle kültürünün hâlâ devam ettiği ender semtlerden.

Samatya, adını bir zamanlar burada yoğun olarak mevcut olan kumdan almış; ismi Yunanca’da kumlu anlamına gelen “psamathion”nun değişerek günümüze ulaşmış hali. Resmi olarak semtin adı Kocamustafapaşa, ama insanların çoğu hala “Samatya” diyor. Samatya, Tarabya, Kadırga ve Langa gibi Bizans zamanından günümüze gelen ender semt isimlerinden.

Yedikule Zindanları

Oldukça eski ve esrarengiz bir tarihi olan yapının ilk yapılış amacı zindan değil. Bizans Dönemi’nde misafir olarak gelen kralları ve başka ülkelerin önemli misafirlerini ihtişamlı bir şekilde ağırlamak için inşa edilmiş.

Kapının iç tarafında çift başlı Bizans kartalı kabartması var. Bu kapıyı 390 yılında Theodosius yaptırmış. Şehir dışında bir zafer tâkı olarak inşa edilmiş. Daha sonra II.Theodosios yeni surları yaptırınca, sur kapılarından biri haline gelmiş. En şatafatlı kapı bu olduğu için zafer kazanan imparator ve komutanlar seferden dönüşlerinde şehre bu kapıdan girerlermiş. 1261’de Mihail Paleoligos, sehri Latin haçlılarından geri alınca, beyaz ati üzerinde bu taktan geçerek şehre dönmüş.

Porta Aurea (Altin Kapı)’da üç kemerli kapı var, ortada olan en yüksek. Hepsinin üstünde Herakles’in, Prometheus’un heykelleri var. Duvarlarda çeşitli hac vb. kabartmalar seçiliyor.1838 yılında dış kapının üst bölümüne II. Mahmud’un arması ve tuğrasının nakşedildiği mermer bir kitabe konulmuş.

Fetihten sonra Türkler surların bu bölgesine, şehrin içinden yeni duvarlar ve kuleler ekleyerek bağımsız bir kale yapmışlar. Yedikule bu kalenin adıdır.

Yedikule Zindanları, kale surları ve kulelerden oluşur. İnşa tarihi 390 yılıdır. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde esirler ve mahkumlar burada cezalandırılır, işkence görürlermiş. İsmini, alanda bulunan 7 kuleden alan yapının her kulesinin farklı bir ismi var. Yedikule Zindanları Genç Osman, Cephanelik, III. Ahmet, Hazine, Zindan, Top ve Bayrak adlı bu 7 kuleden oluşur.

Osmanlı padişahlarının arasındaki en genç isim olan Genç Osman bu alanın ikinci katında öldürülmüş. Ayrıca Yedikule Zindanları kanlı kuyusu da burada bulunuyor. Bu kuyu öldürülen kişilerin atıldığı yer olarak biliniyor.

Altın Kapı’nın üstündeki kule Bayrak kulesidir. Sancağın dalgalandığı yer olması nedeniyle yeniçeriler burada nöbet tutarlardı.

Top kulesi hapishane olarak kullanılmış.

Zindan amacıyla kullanılan Zindan kule diğer adı Kitabeler Kulesi’dir.

III. Ahmet Kulesionarımına büyük katkısı olan zamanın padişahının adını almış

Hazine kulesinde devletin hazinesi saklanırmış. Cephanelik kulesi cephane deposu olarak kullanıldığı için adını almış. İki hapishane haricinde devlet suçluları burada infaz ediliyormuş.

Samatya’nın Müşir Süleyman Paşa Sokağı’ndaki 45 numaralı atölye. Asırlar geçer, Samatya değişir, ama ses hala o eski atölye işlemiş sanki.

Samatyalı Zilciyan Ailesi

Osmanlı’da mehter takımı için genellikle Ermeni ustalar tarafından yapılan el ürünü ziller kullanılıyormuş. O zamanlardan günümüze ulaşan zil yapımında kullanılan gizli formülü sahibi, soyadını Sultan II. Osman’dan alan Avedis Zilciyan’dır. Topkapı Sarayı’nda kazancı başı olarak çalışan Kerope, 1618 yılında Osmanlı Padişahı I. Mustafa’nın izniyle Topkapı Sarayı surlarının arkasında zil üretmek üzere bir atölye kurar ve daha sonra Samatya semtine taşınır. Kerope öldüğünde atölyenin başına oğlu Avedis geçer. Avedis, atölyesinde yapmış olduğu çalışmalarda yeni bir alaşım keşfeder. Tınısı çok güzel ve kırılgan olmayan bu bakır ve gümüşten oluşan alaşımdan, Osmanlı İmparatorluğu’nun Mehteran Takımı için zil, kiliseler için çan yapılmış. Sultan II. Osman, 1623 yılında Avedis’i zil yapımındaki başarısından dolayı 80 altın ile ödüllendirmiş ve Zildjian adını vermiş. 1868 yılında Zildjianlar yaşadıkları birkaç yangın felaketi ötürü borçlarını ödeyemez ve üretim yapmak için hammadde alamaz hale gelince Sultan Abdulaziz, Zildjian Ailesi’ne işlerinde gösterdikleri başarıdan dolayı yurt dışına gitmesinler diye her türlü yardımın yapılmasını buyurmuş. İşte bugün dünyadaki en büyük zil üreticisi Zildjian’ın kuruluş hikayesi böyle başlamış.

Şirket, 1623’te İstanbul’da kuruldu. Zildjian bugün, zil pazarının yüzde 65’ini elinde tutan ve yıllık geliri ortalama 50 milyon dolar olan dev bir şirket. Zilciyan zillerini kullananlar arasında Deep Purple, Pink Floyd, Beatles, Rolling Stones vb. gibi isimler var. Avedis Zildjian tarafından 1623’te İstanbul’da kurulan şirketin merkezi günümüzde Massachusetts’te bulunuyor. İlk seri üretime başladıkları 1623’ten bu yana, şirket ana ürünlerinin üretim bilgilerini sır olarak saklıyor. Zildjian zillerine dünyaca ünlü sesi veren bakır, kalay ve gümüş kullanılarak oluşturulan özel alaşım formülü, kuşaktan kuşağa aktarılıyor ve sır olarak saklanıyor.

Samatya meydanı geçmişten günümüze, zamana ve insana karşı yapısını korumayı başarmış. Özellikle meydanın ve mahallelerinin o keyifli dokusundan olacak ki Samatya birçok dizi ve filme ev sahipliği yapmış. İkinci Bahar, Neşeli Günler, Üç Maymun ve Av Mevsimi bunlardan birkaçı.

Yürürken, semtin değişmeyen yüzünü ara ara gösteren ahşap konaklar birden çıkıveriyor karşımıza. Bunlardan biri de meydandaki en eski yapılardan biri, Matya Kafe’nin bulunduğu konak. Matya, Rumca göz anlamına geliyor. Samatya Meydan’da, balıkçıların bulunduğu sokağın hemen arka sokağında. Kafe’nin sahibi Mehmet Ali Çetin, doğma büyüme Samatyalı. Eskiden, Aya Nikola Kilisesi’nin çalışanlarının kaldığı bu 165 yıllık ahşap konak, şimdi Mehmet Bey’in evi. Evdeki her bir odanın girişinde kilise çalışanlarının isimliklerinin bulunuyormuş. Şu an Matya Kafe olan dükkân, geçmişte Olimpos gazozlarının satış yeriymiş. Evin restorasyonu sırasında mahzende bulunan gazoz şişeleri şimdilerde kafede sergileniyor. Burada meşhur kahve ve likörümüzü de içmeden geçmedik.

Samatya Meydanı’ndan Gümüş Yüksük Sokak’taki merdivenlere doğru ilerleyince bir zamanlar bizi ekran başına kilitleyen İkinci Bahar dizisine konu olan iki kebapçı, gerçek hayatta da buradalar. 1966’da Samatya’da İkinci Bahar dizisinin başarısından sonra açılan, dekoru ve duvarlarındaki fotoğraflarla dizinin anısını yaşatan Ali Haydar İkinci Bahar isimli kebapçı. Burada balık kızartmaları, envai çeşit kebap, midye türlerinden ne ararsanız var.

Mahalle kültürünün yaşatıldığı ender semtlerden, 60 yıldan fazla süredir hizmet veren Hepşen Bakkaliyesi. Atıştırmalık almadan geçmek olmaz.

Gümüş Yüksük Sokak’taki merdivenleri çıkıp, ana caddede Surp Kevork Kilisesi’ne doğru yürüyoruz. XI. yüzyılda yapılmış olan Panaghia Peribleptos (Her şeyi gören Meryem) Kilisesi bugün Ermeni Surp Kevork Kilisesi ya da bahçesindeki ayazma nedeniyle Sulu Manastır ya da Sultan II. Mehmed’in Ermeni cemaatine tahsis ettiği ama bazı olaylardan sonra Rumlara geçtiği için Kanlı Kilise olarak geçiyor. İlk olarak İmparator III. Romanos döneminde, 1031 yılında yapılmış. Büyüklüğü dikkate alındığında Ayasofya’dan sonra geliyor. 1204 yılındaki Haçlı Seferi’nde yağmalanıp harabeye çevrilen kilise, VIII. Michael Palaeologos zamanında onarılıp yeniden ibadete açılmış. Fetihten sonra Bursa’dan getirttiği Ermeni cemaatini Samatya’ya yerleştiren Fatih Sultan Mehmet, kiliseyi patrikhane olarak kullanmaları için Ermenilere vermiş. Yıllar boyunca kilisenin mülkiyeti ile ilgili Ermeni ve Rumlar arasında pek çok anlaşmazlık yaşandığından halk arasında “Kanlı Kilise” olarak da isimlendirilmiş. 1641 yılında patrikhanenin Kumkapı’ya taşınmasına rağmen, kilise Ermeniler’de kalmış. Ardarda gelen yangınlar ve restorasyon çalışmalarından sonra kilise, I. Dünya Savaşı sırasında askeri amaçlı kullanılmış. 1993 yılında restore edilmiş.

Kilisenin çanı ile ilgili de bir efsanesi var. Çanın altın karışımı kullanılarak Ruslar tarafından yapıldığı rivayet ediliyor. Çaldığı zaman öyle bir ses çıkarırmış ki, Büyükada’dan duyulurmuş. Bu kilisenin yetimhanesinde büyüyen Kerope Zilciyan’ın bu çanın sesinden etkilenip zil yapmaya başladığı da söyleniliyor.

Kilisenin hemen bitişiğinde, halen faaliyetini sürdüren büyük bir “Ermeni okulu” var. Sahakyan-Nunyan Ermeni Okulu 1831 yılında kurulmuş. Ancak 1866 yılında çıkan yangında yanarak yok olmuştur. Yerine, gümüşçülük yapan Kaspar Ağa adında bir zat, tabanı, tavanı ve tüm duvarları beton, taş, tuğla gibi yanıcı olmayan maddelerden inşa edilmiş kagir binayı yaptırmış. Okulun ilk adı “Sahakyan” sonradan yeniden yapılan okulun adı ise “Nunyan” olarak günümüzde her ikisi de kullanılmaktadır. Okul, zengin bir kütüphaneye sahiptir ve Türkiye’deki Ermeni okulları arasında en iyi eğitim verendir.

Mimar Sinan’ın Samatya’da bulunun iki eserinden biri Marmara caddesi üstünde, Kırbacı sokakta, apartmanlar arasında kalmış, Abdi Çelebi Camii-Sanki Yedim Camii ya da Çilingirler Mescidi var. Bazı kaynaklarda “Yedim içtim”, “Sanki yedim” diye adlandırılmakta ise de “Çilingir Camii” olarak bilinir. Cami, Kanuni Sultan Süleyman döneminde; Sarayın gelir ve giderlerini kaydeden (Ruznameci) Çelebi Abdullah Efendi tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış. Mihrap çini, ahşaptan olan minber ve kürsü ise yağlı boya ile boyalıdır. İç mekandaki avizenin Naciye Sultan tarafından hediye edilmiş.

Şimdi de caminin ismi yani “Sanki yedim-içtim” konusuna gelelim. Caminin ismi, aslında sosyal bir mesaj vermekte. Fakir olan insanlar ya da birikmiş parası olmayanlar, cami yaptırmak istediklerinde, yemeden içmeden kısar ve “Sanki yedim içtim” der, parasını biriktirirlermiş. Örneğin: canı elma isteyen biri “Sanki yedim” deyip, elmanın parasını cami için ayırdığı paraya eklermiş, en sonunda caminin parası tamamlanır ve cami yaptırılırmış.

Samatya; Kurtuluş ve Şişli gibi en büyük Ermeni nüfusa sahip semtlerden. Bu muhitlerde eski asırlarda Müslüman, Rum ve Ermeniler içiçe yaşıyorlarmış. Bu durumu gezdiğimiz sokaklarda hemen hissediyoruz.

Pulcu sokağın civarındaki Rum Kilisesi, tren yolu kıyısındaki Çırakçı sokağının yaninda,1834’te yeniden yapılan Aya Yorgi Rum Kilisesi ya da Selvilerin Aya Yorgi’si Kilisesi.

Mimar Sinan’ın bir diğer eseri ise yolun hemen aşağısında yer alan Kapıağası Yakup Ağa Hamamı. Samatya caddesi ile Cambaziye sokak köşesindedir. 1547 yılında Osmanlı döneminde bir bürokrat olan ve Enderun’da görev yapan Kapıağası Yakub Ağa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış. Yapılış amacı: Kadıköy’de bir deniz feneri ve Eyüp’te bir okul için gelir sağlamakmış. Burası, Thomas Allom’un ünlü gravürüne konu olmasıyla daha bir önem kazanmış. İstanbul’un en güzel hamamlarından biri. Bu arada Mimar Sinan eserlerinden sadece hamamlar özel mülkiyet olabilmektedir. O yüzden son yıllarda hamamlar özel kurumlar tarafından restore edilip sergi alanları olarak halka hizmet vermektedir. Bu hamam da şimdilerde restoran olarak hizmet vermekte.

Abdurrahman Nazif Gürkan caddesinde, yokuşun üstünde İstanbul’da Ayios Minas adına adanmış tek kilise olan Ayios Menas Kilisesi var. Burada daha önce Bizans döneminde bulunan kilise yanınca 1833 yılında, mimar Konstantin Yolasigmasis tarafından bazilika olarak yeniden yapılmış. Kilise hem 1833’te hem de 1955’teki 6-7 Eylül Olaylarında yıkılmış ama yeniden yapılmış. Altında, III. yüzyılda İmparator Decian’ın Anadolu’daki Hıristiyanlara yaptığı zulüm sırasında öldürülen Aziz Karpos ve Papylos’un mozoleleri var. Şehirdeki benzerleri arasında en eskisi olan mozoleler, bir kahvenin hemen arkasına saklanmış.

İstasyonun arkasında, Büyük kule Sokak ve Akıncı sokak arasında Hristos Analipsis Kilisesi bulunmaktadır. İsa’ya adanmış kilise 16. yüzyıla yapılmış. Analipsis “İsa’nın göğe yükselişini” betimler.Günümüze gelen kilise, son olarak 1782 yılındaki yangında yanarak yok olan kilisenin yerine 1832 yılı yapımıdır. Patrik I. Konstantinos döneminde yapılmıştır.

Kilisenin bir de ayazması var. Ayazma, Rum Ortodokslarca kutsal olarak kabul edilen ve şifa verdiğine inanılan su kaynaklarına ve bu su kaynaklarının üzerine inşa edilen ve kutsallığı kimi zaman bir aziz ya da azizeyle bağlantılı mitolojik bir olaya ilişkilendirilen yapılara verilen addır.

Rum Ortodoks inancına göre su çıkan çeşitli yerlere bir aziz veya azizenin adı verilerek onların manevi koruyuculuğuna bırakmıştır. Ayazmaların adandığı aziz veya azizeler yoluyla insanlara yardımcı olduğuna ve şifa dağıttığına inanılır.

Çan kulesi, avlunun kuzeydoğusundaki zangoç evinin çatısında. Kilise, dikdörtgen planlıdır. Giriş mekânı, kiliseye sonradan eklenmiştir. Dıştan sıvalıdır ve kaba yontu taşla inşa edilmiş. Analipsis İkonası: kabartma tekniğinde, gümüş kaplamadır. Galeri korkuluğunda, Tevrat konulu tasvirler dikkat çeker. Pencerelerde, renkli camlardan oluşturulmuş haç motifleri bulunur.

Analipsis kilisesinin az ilerisinde tren istasyonunun arkasındaki Muallim Fevzi sokakta 1833’te yenilenen Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi var.Ayios Nikolaos denizciler, balıkçılar, fakirler ve yoksul çocukların koruyucusu olarak bilinir. Yani, tüm dünyanın bildiği ismiyle “Noel Baba”dır. Yıllar önce, Rum balıkçılar denize açılmadan önce, fırtınasız deniz ve bereketli balık avı için buraya gelip, içeriye girip mum yakarlarmış.

Bu çevre kilise ile dolu. Biraz daha yürüyünce Nafiz Gürman caddesi üzerinde bu sefer sağda bir kilise görüyoruz. Fazla özelliği olmayan bu yapı bir Ermeni Katolik kilisesi, Anarad Hiğutyun Kilisesi. Ayni isimli bir diğer Ermeni kilisesi de Pangaltı’da. Anarad Hığutyun bir rahibeler tarikatının adıdır. Anlamı, lekesiz gebe kalmaktır. Ermeni Katolik toplumunda özellikle yoksul ailelerin kız çocuklarının kendilerini dinî hayata adamaları ve eğitimlerinin sağlanması amacıyla, 1840’ta kurulmuş.

Samatya tren istasyonu girişinde Bizans döneminden kalma surun kapısından çıkar çıkmaz duvarın içine gizlenmiş Arpacı Mehmed Efendi adına 1796 yılında yaptırılan tarihi musluğu bile olmayan Arpacı Mehmet Efendi Çeşmesi görüyoruz. Çeşmenin yanından tren istasyonu ile surların arasına sıkışmış İçkalpakçı Çıkmazı yan yana dizilmiş cumbalı evleri ile tıpkı eski bir İstanbul fotoğrafına bakar gibi karşımıza çıkıyor.

Tren hattı üzerindeki Büyük Kuleli Sokağı Samatya sokaklarının arasında en dikkat çekici olanı. Balık lokantaları ile tanınan Samatya Meydanı da bunun hemen üst tarafı.

Şen şakrak balıkçıları ve akşama doğru dolmaya başlayan mekanlarıyla, neşeli Samatya Meydanı.

Bu semtin en güzel sokaklarından biri olan Gencağa Sokağı.

Çıkmaz sokağı bitirip yeniden geri dönüyoruz. Bu defa Narlıkapı istikametinde denizi solumuza, deniz havasını da ciğerlerimize alıp devam ediyoruz. Samatya kapısıyla Yedikule arasında, ayakta kalmış tek büyük kapı Narlıdaki. İmparatorların burayı ziyaret etmek için denizden geldikleri ve o zaman bu kapıyı kullanırlarmış.

Narlıkapı Çıkmazı yürümesi hem zevkli hem de arada gizlenen ahşap evler ile dolu. Renk renk evlerin omuz omuza dayandığı sokağın sakinleri artık İstanbul’a göç etmiş aileler.

Vaftizci Yahya’nın öldürülüşünün anıldığı her 29 Ağustos’ta Studios Manastırı’na gelen imparatorların şehir duvarlarından girişini sağlayan Narlıkapı hala ayakta ama Ermeni Surp Hovhannes Kilisesi’nin arkasında kalmış.

Surp Hovhannes Ermeni Ortodoks Kilisesi İstanbul Suriçinde Yedikule Samatya arasında Sahil yoluna cepheli olarak 1807 tarihlerinde inşa edilmiş. Bugünkü Surp Hovhannes Ermeni Kilisesi'nin temelleri, Narlıkapı'da 1751'de hizmete giren, İstanbul'un ilk Ermeni hastanesinin ibadet mekânı ihtiyacını karşılamak amacıyla, Hovhannes Amira Dadyan ve Garabed Amira Aznavuryan'ın girişimiyle,1807'de atılmış. 1835'te onarımdan geçirilen yapı, 1962'de yeniden inşa edilmek üzere yıkılmış ve 1964'te yeni binasında hizmet vermeye başlamış. İstanbul Surlarına bitişik olarak inşa edilmiş, Kilisede çalışanların çoğu eskiden Güneydoğu’da yaşayan Sason’lu Ermeniler.

Narlıkapı ve Yedikule tren istasyonunun raylarının altındaki merdivenlerden yürüyüp, yolun diğer tarafına geçiyoruz. Solumuzda, bir duvarın arkasından, okyanustaki şamandıra gibi yükselen çan kulesi dikkatimizi çekiyor. Küçük bir avluya açılan demir kapıdan geçip hemen avlunun köşesindeki ağacın yanından iki üç basamak indik. Mavi sütunları ve ikonalarıyla sade, küçük ama ferah bir kilise. Aslında Latin kilisesi olan burası aynı zamandan Süryani Katolikler tarafından da kullanılıyor. Samatya Kilisesi olarak bilinen yerin asıl adı Katolik Meryem Ana Kilisesi. Hemen yanından geçen demiryolunu yapan Alman şirketin işçileri için yapılmış. Dolayısıyla burası Demiryolu İsçileri Kilisesi olarak biliniyor.

Hacı Hüseyin Cami Sokak’tan yukarı İmam Aşir Sokağı’na doğru yürümeye devam ediyoruz. İki ahşap ev birbirine dayanmış yıllara direniyor sanki derken hemen ilerisinde bulunam İmrahor Cami’ye geldik. Diğer adı Studios Manastırı veya Aya Yani Prodromos (Vaftizci Yahya) Kilisesi. Adını Roma konsülü Studios’tan alan manastır 454 ve 464 yılları arasında yapıldığından bugüne ulaşan en eski Bizans manastırı ve kilisesi olarak biliniyor. Bir zamanlar 1000 kadar ikonodül keşişi (tasvir kırıcı) külliyesinde barındırmış. Yunanistan’ın Athos Dağı’ndaki kuralların temelleri burada atılmış. En ünlü baş keşişleri Studite Theodore, Büyükada’daki sürgün günlerinden sonra, en sonunda aziz mertebesine yükselmiş ve öldükten sona manastırın bahçesine gömülmüş. Onun liderliğindeki manastır, harika resimli el yazmalarının üretildiği bir merkez olmuş.

Studios Manastırı, her ne kadar dini çekişmeler yüzünden ara sıra kapansa da XV. yüzyıla kadar devam etmiş. 1204 yılında Haçlılar tarafından yağmalanmış ancak VIII. Michael Palaeologos 1261’de tahtı geri alınca kutlamaların odak noktası olmuş. 1293’te kale gibi duvarlarıyla yeniden yapılan bina, 1453’e kadar bilginin merkezi olarak kalmış.

Manastır fetihten sonra İmrahor (At Uzmanı) İlyas Bey Camii’ne dönüştürülmüş ancak 1894 depreminde yıkılmış. Türkiye’den götürülen orijinal yer mozaikleri şimdi Atina’daki Benaki Müzesi’nde.Kilise su an restorasyonda.

Hacı Hüseyin Camii ya da Arap Kuyusu Cami Ahmet Dede tarafından yaptırılmış.

Belirsiz bir tarihte bir Arap’ın cami avlusuna kuyu kazmasından dolayı Arap Kuyusu Camii olarak da tanınıyor.Şimdi tekke olarak kullanılıyor.

İmrahor İlyasbey Caddesi’ne çıkarken, Hacı Manav Sokak’ta, 1830’lar da yenilen ve Roma imparatoru büyük Konstantin ve annesi Helena’ya adanan süslü bir can kulesi Aya Konstantinos Rum Ortodoks Kilisesi- Helene Kilisesi var. Kilise Karaman Kilisesi olarak da biliniyor. Orta Anadolu’daki Karaman’da yaşayan, Türkçe konuşan ancak Yunan alfabesiyle yazan, Karamanlı Rumlar tarafından kullanılmış. 1805 yılında yapılmış olan kilise en sonuncusu 1963 yılında olmak üzere birçok restorasyon geçirmiş.

Nazır Mehmet Halil Efendi Dergâhı Nafiz Gürman caddesi üstünde. Nazır Mehmet Halil Efendi tarafından, 1879 yılında Uşşaki Dergâhı olarak yaptırılmış. Tekkelerin kapatılması ile başka amaçlarla kullanılan yapı, 1951-1952 yılları arasında, halkın yardımıyla tamir edilerek yeniden ibadete açılmış.Dikkat çeken bir mimari özelliği yok ama çevre duvarına gömülü ve kitabeli çeşme, tekkeden daha eski. 1562 yılında yaptırılmış olan bu çeşmenin mavi zemin üstüne, altın yaldızla yazılan kitabesi, 16. yüzyılın en büyük hattatı ve Süleymaniye camisinin yazılarını da yazan, Ahmet Karahisari’ye ait.

Sancaktar Hayrettin Camii ya da Sancaktar Hayrettin Mescidi ya da Gastrion Manastırı MS.3. veya 4.yy yapıldığı düşünülmekte. Osmanlı İmparatorluğu döneminde camiye çevrilen bir manastır. İstanbul’da Komnenos ve Paleologos dönemi Bizans mimari yapıtlarının küçük bir örneği.Manastır ile ilgili en yaygın olan anlatıya göre, I. Konstantin’in annesi Helena, 325 yılında yanında Gerçek Haç ve İsa’nın çarmıha gerildiği Galgota’dan toplanmış hoş kokulu bitkilerin içinde olduğu vazolarla Samatya Liman’ndan şehre giriş yapmış. Helene, Samatya’da bu yapıya uğrayarak elindeki vazoları buraya bırakmış ve burada bir manastır kurmuş.

15. yüzyılın ikinci çeyreğinde şehri ziyarete gelen bir Rus gezgin İstanbul surlarının yakınında çeşitli azizlere ait kutsal emanetlere ev sahipliği yapan bir manastırdan söz etmis. Bu manastır Gastrion Manastırı ile ilişkilendirilmekte.

Sultan II. Mehmet’in sancaktarı Hayrettin Efendi yapıyı bir mescide çevirmiş ve öldükten sonra naaşı buraya defnedilmiş.

Dönüş yoluna artık geçtik ve Yenikapı Metro istasyonuna yürürken yolumuz üzerindeki eserleri de görmeden geçmiyoruz.

Bunlardan biri;Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Cerrahpaşa Hastanesi içindeki mozaik panosu.

Kasap İlyas Camisi banisi, Fatih’in kasapbaşısı olan ve fethe katılan Kasap İlyas Bey’dir. Kasap İlyas Bey, 1495 yılında vefat etmiş ve caminin kıble tarafındaki hazireye defnedilmiş. Cami, 1495 tarihinden önce inşa edilmiş ve öncesinde caminin yanında bir mektep ve altı oda bulunduğu belirtilmekte.

Sultan II. Beyazıt’ın yaptırdığı tas duvarlı, ahşap çatılı Beyazıt-ı Cedid Camisi ya da bulunduğu mevkiden dolayı Etyemez Camisinin cadde üzerindeki kapısında yer alan tamir kitabesinde, buranın Sâdi Dergâhı olduğu ve II. Abdülhamit tarafından 1891 yılında onarıldığı yazıyor. Caminin sağındaki kesme taştan olan minaresi orijinal. Caminin ismi, 1925’te Etyemez Tekkesinin kapatılması ile birlikte müştemilata terkedilince, 1950 yılında Bayezıt-ı Cedid Camisi’ne (Cerrahpaşa’ya) taşınan müritlerden gelir. Et Yemez Tekkesi mensuplarının en enteresan özelliklerinden biri et yememeleridir. Et Yemezler tekkesi mensupları gerçekten vejetaryendir. Anadolu’da Et Yemez tekkeleri oldukça yaygın. Öyle ki, Et Yemez tekkelerinin olduğu bazı köyler Peynir Yemezler diye de bilinmekte.

Nazperver Kalfa Sıbyan Mektebi ve Çeşmesi Sıbyan mektebi ve hazireden (mezarlık) oluşan bu küçük külliye.

Dikdörtgen planlı, iki katlı mektebin ön cephesine güzel bir barok çeşme ilave edilmiş. Mektebin cephesinin büyük bir bölümünü kaplayan çeşmenin üzerinde, devrinde oldukça meşhur olduğu bilinen divan şairi Sururi Osman Efendi’nin bir kitâbesi var.

Caminin içinde yaşayan yaşlı bir amca var. Oraya gittiğinizde ondan caminin hikayesini ve kendi hikayesini dinleyin. Haldun Dormen’in yanında çalışmış. Kendisinin ona buradaki işi ayarladığını söyledi. Hababam sınıfında da oynadığını ama o zamanlar bu islerden para kazanılmadığını da anlattı. Bir de şimdi oyuncuların kazandığı paraya bakınca…

Kasap İlyas Mahalle muhtarlığı karşısındaki Nefise Hanim Çeşmesi oldukça süslü. İki mermer sütunun tuttuğu oymalı bir kemer içerisindeki büyük boy ayna taşında istiridye kabuğu ve girland motifleri var. Çeşmeyi yaptıran Nefise Hanım Yeniçeri Ocağı Serçavuşlarından Ali Ağa’nın eşi imiş.

Yenikapı Metroya vardık. Bir günü daha bitirdik.İyi bir dilek olarak, ‘Allah mülkünü gezdirsin,’ diye bir sözümüz vardır. Bu sözü her duyduğumda, söyleyen kişiye kalpten bir teşekkür ederim. Çünkü bilirim ki, gezmeler gündelik yaşamın boğucu koşullarından sıyrılmanın en eğlenceli yollarından biridir. Yollara düşmenin en güzel etkisi ise insanın kendisini yenilemesine olanak sağlamasıdır. Gülümseyerek eve döndüğümüz her yeni bir yer görmek, hayata daha mutlu gözlerle bakmamızı sağlar.