631

Anadolu Yakası Yalıları ve Kanlıca-Çubuklu-Paşabahçe- Beykoz

Üsküdar- Beylerbeyi- Çengelköy- Kandilli- Vaniköy- Anadolu Hisarı Yalıları ve Kanlıca-Çubuklu-Paşabahçe- Beykoz Gezisi

Boğaz’ın iki yakası inci gibi dizilmiş yalılar, güzellikte birbirleriyle yarışıyor. Üsküdar’dan Beykoz’a Şehir Hatları vapuru ile harika bir gün geçirdim. İstanbul’a denizden bir kez daha vuruldum…

“Bir vapur kalkar İstanbul’dan Her yanı İstanbul olan bir vapur”.

Bizans döneminde birkaç noktadaki küçük mahalleler dışında ıssız bir yermiş Boğaziçi. Güzelliğini Osmanlılar keşfetmiş. Köyler, mahalleler kuruldukça köşkler, yalılar, camiler, bahçeler yapıldıkça kalabalıklaşmış, şenlenmiş ama baş döndüren güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş. Üzerine öyle titremişler ki, kuralsız, imarsız tek bir çivi çakılmamış. Tarihi yapıların hiçbiri için Boğaz’ın silüetini bozmuş denemez. Tam tersi bu yapılar Boğaz’la öyle uyumludurlar ki, Boğaz’ın güzelliğine güzellik katmışlardır. Çünkü kimse istediği yere istediği yalı ya da köşk yapamıyormuş. Rengi bile kurala bağlanmış, beyaz ya da aşı rengi olmalıymış bu yapılar.

Osmanlı, Boğaziçi’nin eşsiz güzelliğini doyasıya yaşamış. Boğaz’ın keyfini çıkarma yollarından biri de bülbül bayramıymış. Bir nevi bayram diyebileceğimiz “bülbül dinleme” geleneği varmış.

Bülbüllerin uzun süre aralıksız ötüşüne “dem çekmek” deniyor. Dem çekerek eş arayan erkek bülbüllerin serenadı, nisan başından yavruların yumurtadan çıktığı mayıs ortasına kadar devam eder. Boğaziçi’nde oturanlar bu açık hava konserini evlerinden dinleyebiliyorlarmış.

İstinye, Emirgan, Çubuklu, Beylerbeyi, Kanlıca ve Üsküdar’daki bahçe ve korular bülbül yatağı mekanlarmış. Buralar bülbül sesi dinlemeye gelenlerle dolup taşarmış. Bu arada yetişkin bir erkek bülbülün 260 farklı namede dem çekebildiğini de söylemeden geçmeyelim.

Boğaziçi’nin güzelliği mimariye, sanata, romanlara, şiirlere, şarkılara ilham verirken ahali de bu güzellikten nasiplenmesini bilmiş.

Üsküdar daha önce gezdiğimiz için bugün sadece kıyıdan yalılara değineceğim. Okumak isteyenler için Üsküdar linkihttps://l24.im/zObyuAo

Üsküdar’ın ilk yalısı Nemlizade Tütün Deposu. 1923-1925 yıllarında inşa edilmiş. Kurulduğu yerde daha önce Sadrazam Hüseyin Avni Paşa’ya ait bir köşk bulunuyormuş. Harap duruma gelen köşk, tütün deposu olarak kullanılmaktayken yıkılarak yerine depo olarak bu bina yapılmış.

Toplam 7 katlı olan Nemlizade Tütün Deposu, Boğaz’ın yalı özelliği taşıyan en yüksek, tarihi binası. Günümüzde iş merkezi olarak kullanılan bina, Şark Tütün Deposu olarak da biliniyor.

Koyu kahverengi olan Baştımar Yalısı, açık kahverengi olan sağdaki Arapzadeler Yalısı.

Baştımar Ailesi, II. Abdülhamit döneminin ünlü kumandanlarından olan Gazi Ethem Paşa’nın soyundan geliyor. Türkiye Komünist Partisi genel sekreteri Nihat Sargın da bir dönem bu yalıda yaşamış.

18. yüzyıldan kalma olan Arapzâdeler Yalısı, III. Ahmet devrinde uzun süre padişah imamlığı, şehzadeler hocalığı ve Rumeli kazaskerliği görevlerinde bulunan Arapzâde Abdullah Efendi’ye aitmiş.

Heykeltraş İhsan Bey Yalısı’nın sahibi olan İhsan Özsoy ilk Türk heykeltraşımızdır. Yalı selamlık ve harem olmak üzere iki ayrı kısımdan oluşuyor. Sağdaki üç katlı yapı selamlık, soldaki ise harem. Boğaziçi yalılarında genellikle harem bölümü selamlık bölümünden daha büyük olur. Orada aile hayatı yaşanır çünkü. Bu yalıda ise tam tersi olmuş.

Süreyya Sineması’nın sahnesi önündeki Dans Eden Çocuklar isimli friz ve giriş cephesindeki müzik ve sahne sanatlarını temsil eden kabartma figürler, İstanbul Resim Heykel Müzesi’ndeki Nimet Hanım ve Uzun Saçlı Kadın Büstü adını taşıyan Kerime Salahor (Osman Hamdi Bey’in kızı) büstü ona aittir.

Tepede Fethi Paşa Korusu ve çaprazında kıyıda Ahmet Fethi Paşa Yalısı var.

Yalının bilinen ilk sahibi Sultan Abdülmecit döneminde (1839-1861) şeyhülislamlık yapan Arif Hikmet Bey’dir. Daha sonra Fethi Ahmet Paşa tarafından satın alınan yalı bu adla biliniyor.Fethi Ahmet Paşa, Osmanlı’nın önemli asker ve bürokratlarından biri olup ülkemizde ilk müzenin kurucusudur.

Harem ve selamlık olarak iki ayrı bölümden oluşan yalının harem bölümü 1927’de yanınca geriye şu an gördüğümüz selamlık bölümü kaldı. Yanmadan önce Boğaziçi’nin en güzel yalılarından bir olarak biliniyordu. Yalının arkasındaki Fethi Paşa Korusu, bir zamanlar yalının bahçesiymiş.

İlkokul çocuklarının çizdiği evlere benzeyen, sade mi sade aşı boyalı Kâmil Paşa Yalısı 1700’lerin sonlarından kalma. Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinde Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi olan ve Petersburg büyükelçiliği yapan Kâmil Paşa satın almış ve yalıya yerleşmiş. Adını bu sahibinden alıyor.

Halil Haşim Bey Yalısı ile bir önceki yalı olan Kâmil Paşa Yalısı vakti zamanında tek bir yalıymış. Bu iki yalıyı satın alan Kâmil Paşa, yalıyı kardeşi Yusuf Ziya Bey’e hediye etmiş. Yusuf Ziya Bey’in ölümüyle damadı Halil Haşim Bey’e geçmiş. Halil Haşim Bey orijinal yalıyı yıktırıp yerine bu yalıyı yaptırmış. Yalıyı yapan mimar Osmanlı’ya birçok eser kazandıran Mimar Raimondo D’Aronco.

Her iskeleden vapurun bağlanmasını, sonra nazlı nazlı süzülmesini keyifle seyrediyorum. Yalılara hayranlıkla bakıyorum. Osmanlı’da kullanılan “Sahilhane”nin karşılığı olan Yalı Yunanca’da deniz kıyısı anlamında bir kelime. Şehrin Boğaz bölgesindeki yapılaşma, Bizans döneminde manastırlar ve balıkçı köyleriyle başlamış. Özellikle Lale Devrinden sonra Boğaz gerdanlığının üzerine inci gibi yalılar dizilmiş. Sayıları azalmış olsa da yalılar, Boğaz’a apayrı bir güzellik katıyorlar.

Karadan gezmek isteyenler için;

Anadolu Hisarı, Kandilli, Vaniköy, Çengelköy, Beylerbeyi linki https://l24.im/oVytIYv

Karadan daha önce gezdiğimiz Beylerbeyi Sanayi’nin bir de denizden görelim…

Beylerbeyi Sarayı, Abdülaziz’in buyruğu üzerine 1865’te Sarkis Balyan tarafından yaptırılmış. Eskiden burada II. Mahmut’un ahşap sarayı varmış. Saray donemin ve Balyan ailesinin mimari özelliklerini taşır. Sarkis Balyan karşıda Ortaköy’de kendisi için de Beylerbeyi Sarayı ile karşı karşıya bir ev yaptırmış. Beylerbeyi sarayına birçok kral ve ailelerinden pek çok kişi konuk edilmiş. Beylerbeyi Sarayı’nın meşhur konukları; III. Napoleon’un karısı İmparatoriçe Eugenie, Avusturya İmparatoru Franz Joseph, İran Şahı Nasreddin ve Mrs. Simpson’la ve Kral III. Edward.

Balkan savaşı patlak verince, Selanik’e sürgüne gönderilmiş olan II. Abdülhamit, güvenlik amacıyla Beylerbeyi Sarayı’na getirilmiş ve 1918’de burada ölmüş. Saraya ait ilginç bir ayrıntı da yazlık saray olarak yapıldığından, burada ısıtma donanımı olmamasıdır. Sarayın haremlik ve selamlık bölümlerinde toplam 26 odası mevcut. Binadaki altı salon içinde en dikkat çekici olanı Havuzlu Salon on altı mermer sütunla çevrilmiş; tam ortasında yunus oymalı fıskiyesi olan bir çeşme bulunuyor. Bu zarif çeşmenin serinlik sağlama dışında bir diğer görevi de, yapılan gizli konuşmaların yan odalardan duyulmasını engellemek olmuş. Salonda yer alan renkli, Bohemya kristal avizeler ve havuzun köşelerine yerleştirilmiş şamdanlar çok güzel. Saray köşelere yerleştirilmiş odaların bir sofaya açıldığı geleneksel Osmanlı evi tarzında yapılmış. Giriş holünde karşılıklı bulunan diğer iki odanın duvarları, tavanları ve mobilyalarının tümü Mağribi tarzı tahta oymacılığı ile işlenmiş. Tıpkı Dolmabahçe Sarayı’nda olduğu gibi Beylerbeyi de baştan aşağı Hereke halıları, Bakara kristalleri ve Yıldız porselenleriyle döşenmiş. Sarayın en göze çarpan özelliklerinden biri duvarlar ve tavanlardaki deniz ve gemi tabloları. Bu da Sultan Abdülaziz’in denize olan düşkünlüğünün bir sonucu. Sultanın çalışmalarını beğendiği Polonyalı sanatçı Stanislaw Chlebowski deniz ve donanmayla ilgili resimleriyle sarayı süslemiş. Dekorasyonda ayrıca Kuran’dan ayetler, şiirlerden alıntılar kullanılmış.

Beylerbeyi sahilinde bulunan bu yalılardan sağdaki üç katlı olan Çukur Yalı, soldaki Münevver Ayaşlı Yalısı.

Beylerbeyi Osmanlı asilzadelerinin ve ulema sınıfının oturduğu bir semtmiş. Bunlardan biri de roman ve öykü yazarı olan Münevver Ayaşlı. Münevver Hanım birçok kitabını bu yalıda yazmış.

Beylerbeyi İskelesini geçince ve caminin hemen solundaDebreli İsmail Hakkı Paşa Yalısı bulunuyor.1890 tarihlerinde İstanbul’da müthiş binalar yapmış olan Mimar Alexandre Vallaury tarafından yapılmış.

İsmail Hakkı Paşa Debre’de doğmuştur. Osmanlı orduları için gıda maddeleri mutemetliği yapmıştır. Bu ticaretlerden hayli zengin olmuş bir şahıstır. Debre mebusluğu yaptığı dönemlerde bölgedeki askeri birliklere katkıda bulunduğundan dolayı kendisine paşa rütbesi verilmiş.

Yalının her iki katında birer salon ve dört oda var. Çatıdan zemine kadar inen bir aydınlık boşluğu bulunur. Yapı her yönden simetrik. 19 oda, 6 sofa, 3 hol, 10 aralık bulunmakta. Alt kat ve üst kat orta sofaların yaldızlı, çentikli tavan dekorasyonu, kristal avizeleri ile adeta bir saray havasında. Geometrik bordürler, çeşitli manzara resimleri ve fermanlar ile süslenmiş olan yalı bugün butik otel olarak hizmet vermekte.

Beylerbeyi Vapur İskelesi ve Beylerbeyi Camisi’nin yakınında yer alan Beylerbeyi’nin en güzel yalılarından biri olanHasip Paşa Yalısı.

İki kere yanan yapı yeniden yapılmış. Evkaf Nazırı (Vakıflar Bakanı) ve Maliye Nazırı (Maliye Bakanı) olarak görevler yapan Mehmet Hasip Paşa tarafından 19. yüzyıl başlarında yaptırılmış. Mimarı bilinmeyen yalı, inşaatı henüz bitmişken bir yangınla küle döner. Padişah II. Mahmut, paşası üzülmesin diye kendi bütçesinden yalıyı yeniden yaptırır. Bu yalı Çamlıca eteklerine kadar uzanan büyük korusu ile Boğazın ve Beylerbeyi’nin en güzel yalıları arasında anılmış, tekerlemelerde bile adı geçmiş.

* Dünyanın en güzel şehri?

* İstanbul

* İstanbul’un en güzel yeri?

* Boğaziçi

* Boğaziçi’nin en güzel yeri?

* Beylerbeyi

* Beylerbeyi’nin en güzel yeri?

* Hasip Paşa Yalısı.

Yalı birçok olaya da tanıklık etmiş. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya cephane sevkiyatının önemli noktalarından biri olan yalı, şehri işgal eden İngilizlerden gizlice büyük bir cephaneliğe dönüştürülmüş.

Yalı aynı zamanda Hasip Paşa’nın torunu Hami Bey ile Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın kızı prenses Fethiye Hanım’ın büyük aşkına da ev sahipliği yapmış. Eşi Fethiye Hanım’ın veremden ölmesi sonucunda, Hami Bey, eşinin vefat ettiği odayı bir eşya bile oynatmadan aynı şekilde korumuş. Eşinin vefat ettiği gece şamdanda yanan mumları bile değiştirmemiş, odaya girilmesini yasaklamış. Hami Bey 1943’teki vefatına kadar nerdeyse yalıdan hiç çıkmamış, eşinin güzelliğine benzettiği Boğaziçi’ni seyrederek günlerini geçirmiş. Yalı, Hasip Paşa’nın mirasçıları tarafından Nazım Kalkavan’a, Nazım Kalkavan tarafından Haydarabat Nizamı Muharrem Cay’ın eşine satılmış ve 1987′de de Özdemir Sabancı tarafından satın alınmış. Özdemir Sabancı’nın ölümünden sonra oğlu Demir Sabancı’nın mülkiyetine geçen yalı 1990’lı yıllarda restore edilmiş.

Hasip Paşa Yalısı’nın yanında, her iki tarafında sivri kuleleri olan beyaz renkli Mabeyinci Faik Bey Yalısı.

Yeşil külahlı iki kulesiyle dikkat çeken yalının sahibi Mabeyinci Faik Bey’miş. Faik Bey, Sultan II. Abdülhamit döneminde Yıldız Sarayı’nda mabeyinci (özel kalem müdürlüğü) olarak görev yapıyordu. Sanat ve edebiyata oldukça düşkün biriydi. Dolayısıyla bu yalı pek çok edebi sohbete ev sahipliği yapmış.

Fazılbey Yalısı (pembe renkli yalının sağı) 18. asır sonlarında veya 19. asır başlarında yapılmış, tam deniz üzerinde, bahçesi arkada, caddeyi geçtikten sonra da yalının koruluğu, dağı varmış. Yalının dağı, Kandilli Rasathanesi’ne kadar çıkarmış. Koru içinde vaktiyle, bir- iki köşk var idiyse de zamanla bunlar harap olmuş, yıkılmış, yok olmuş. Yalı, tam Boğaziçi yalısı, deniz üstünde, 15- 20 odalı, çok geniş sofalı, yayvan, Osmanlı ferahlığı olan bir yalı.

Pembe renkli yalı Hüseyin Kazım Kadri Yalısı

Hüseyin Kazım Kadri, valilikten milletvekilliğine kadar pek çok önemli görevde bulunmuş bir ara İstanbul Şehreminliği de (belediye başkanlığı) yapmış bir zat.

1934’te vefat eden Hüseyin Kazım Kadri, ömrünün son zamanlarını bu yalıda geçirmiş. En önemli eseri Büyük Türk Lugatı’dır. Sözlüğünü bu yalıda yazmaya başlamış. Sözlüğünden “35 senelik emeğin ürünü” olarak bahseder. Hüseyin Kazım Kadri’nin “Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım” adlı kitabı da bulunuyor.

Boğaz’ın en eski ve gösterişli yalılarından olan aşı boyalı Sadullah Paşa Yalısı.

Osmanlı’da başlı başına bir kültürdür yalıların renkleri ve onun ünlü sahipleri. Müslümanların yalıları açık renkli olurken, gayrimüslimlerin yalıları gri ve tonlarında, devlet yöneticilerinin yalıları ise aşı rengi denilen kırmızı renkte olurlar.

18. yüzyıl yapımı olan ve Sultan I. Abdülhamit (1774-1789) tarafından Darüssaade Ağası Mehmed Ağa’ya hediye edilen yalıyı, Sadullah Paşa 1872 de satın almış. Yalının altıncı sahibidir. Sadullah Paşa, Osmanlı’nın Berlin ve Viyana büyükelçiliğini yapmış etkili bürokratlarından biriymiş. Viyana’da elçilik binasında intihar edişi meşhurdur. Eşi Necibe Hanım, Sadullah Paşa’nın intihar ettiğine inanmamış ve bu yalıda bir ömür boyu onun gelmesini beklemiş.

İskelenin hemen yanında, sol tarafta bulunan Server Bey Yalısı, Çengelköy Vapur iskelesinin kuzeyindeki ilk yalı olup tahminen 1880 sonrası inşa edilmiş. Bugünkü yalı betonarme olup cepheleri ahşap kaplamalı. Yalı toplam dört katlı. Giriş katı yığma kâgir. Boğaziçi yalılarında genelde tüm giriş katları kâgir inşa edilir. Yapının diğer üç katı ahşaptan inşa edilmiş. Rıhtımda kayıkhane girişi bulunur.

Hemen yanı Baha Bey Yalısı konum olarak Boğaz'ın en güzel noktalarından bir tanesi. Çünkü tam karşımızda Halide Hanım Korusu, arka tarafta Vahdettin Köşkü ve köprünün altında duruyor. Şimdilerde Türkiye’nin demir-çelik sanayisinin önde gelen şirketlerinden Akçelik’in yönetim ofisi.

Hemen yanı, kahverengi ahşap yapı ama bakımsız Muazzez Hanım Yalısı, güneyinde kulesi ve kuzey köşesindeki çıkmasıyla ilginç bir yapı. Sağ arka taraftaki fenere benzeyen kule sebebiyle Fenerli Yalı olarak da bilinir. Yalı bir zamanlar Türkiye’nin şeker kralı Hayri İpar’a aitti. Hayri İpar’ın vefatından sonra yalıya kızı Muazzaz İpar yerleşti. 1972’de intihar eden Muazzez Hanım, Çengelköy halkı tarafından çok seviliyordu. Bu sebeple yalı onun adıyla anılıyor.

Kulesi olan yalı da Noel Eram Yalısı. 14 odalı ve 4 salonlu, 1800'lü yıllarda Türkiye’deki Credit Lyonnais Fransız Bankası’nın Müdürü Noel Eram ve ailesinin yaşaması nedeni ile Noel Eram yalısı olarak da anılan tarihi Kuleli Yalısı. Yalı 2. dereceden tarihi eser statüsünde. Yalının iskelesi var, rıhtımın uzunluğu 24 metre.

Kuleli Askerî Lisesi’ni geçince ilk aşı boyalı ve yeşil tenteleri olan Abdulgaffar Yalısı

Sivri kuleli yalı öncesi yanında Ülker Yalısı

Sivri şirin kulesiyle Mahmud Nedim Paşa Yalısı 1850 yılı yapımıdır. Osmanlı’nın Viyana Büyükelçisi Mahmut Nedim Paşa, Viyana ve Prag şehirlerindeki yapılardan etkilenerek, bu yalıyı yaptırırken bir de kule ekletmiş. Paşa, Rus yanlısı politikaları ile biliniyormuş ve “Nedimof” olarak da biliniyormuş. Sadrazam olduğu dönemde, Rus Elçisi İgnatiyev ile yakın ilişki kurmuş. En büyük özelliği ise, padişahın yetkilerini arttırması ve basına sansür koymasıyla ortaya çıkmış ve halk tarafından büyük nefret duyulan bir kişi olarak bilinmiş. Bu piramidal külahlı kulenin her katında bir oda var ve bu garip külahlı kule ile esas yalı, mimari olarak aslında birbirine yabancı kalmakta.

12 odalı yalı, tarihi geçmişinde bir dönem hemşire okulu olarak kullanılmış. Çünkü Paşa’nın çocukları tarafından Kızılay’a bağışlanmış ve II. Dünya Savaşı sırasında hemşirelik okulu olarak kullanılmış. Uzun yıllar hemşire okulu olarak kullanılan yalı, zamanla Kızılay’ın ilgisizliği nedeniyle harap olmuş ve 1996 yılında satışa çıkarılmış. Ama yalının geçmişindeki en büyük olay, üç kez yanarak kül olması. Bu yüzden, özgünlüğünü yitirmiş.

Vaniköy Camisi’ne gelmeden önce Anadolu Kazasker Necmettin Efendi Yalısı’nın ise yangın ve tekne çarpmalarıyla dolu bir geçmişi var. Sultan II. Abdülhamit döneminde yapılmıştır. Yalıya ismini veren Necmettin Efendi, Sultan II. Abdülhamit döneminde kazaskermiş. Cumhuriyet döneminde TBMM ne Kastamonu milletvekili olarak girmiş. Şirketi Hayriye’nin kurucularından.

Harem-Selamlık ve hamlacılar (büyük sandal ve kayıklarda kıçtan birinci oturakta kürek çeken kimse) olmak üzere üç bölümü üç ayrı yalıya dönüştürülmüş. Harem kısmı Sait Kılıçcı Paşa’ya geçtikten sonra çok el değiştirdi. Daha sonra yıkılarak kagir bina yapıldı. Yalının son ve şimdiki sahibi ise Akfil Holding’in ortağı Ender Mermerci.

Vaniköy Boğaziçi’nin oldukça aristokratik bir bölgesi çünkü kıyı boyu ancak bir sıra yalı yapılabilecek kadar dar. Vaniköy adı, 17. yüzyılda yaşamış sofu bir Müslüman olan Vani Efendi’nin adından gelir. Yaz gelene kadar tepedeki korulukta bülbüller şakır. Dut mevsimi başlayınca bülbüller ötmez olur. “Dut yemiş bülbül” deyimi de buradan gelir.

Eski iskelenin ve caminin sağ yanında Sedat Hakkı’nın yaptığı Suna Kıraç Yalısı bulunuyor.Boğaz’da, varılan bir yapının temelleri üzerine inşa edilen bir konut. İki kanadında yaşam ve yemek mekanlarının bulunduğu, merkezi sofalı geleneksel Türk Evi.

Vaniköy’deki ilk iskân faaliyetleri 1665-1666yılları arasında, burada Vaniköy Mescidi Camii yapılmasıyla başlar. Sultan IV. Mehmet’in hünkâr  şeyhi olan Vani Mehmet Efendi tarafından yaptırılmış. Yapılışından 180 yıl sonra, Sultan I. Mahmut, buraya bir hünkâr mahfili ekletir ve av sonrasında burada dinlenir ve cuma namazını kılarmış.

Kırmızı, tek şerefeli minaresi, kâgir zemine oturtulmuş ve betonarmedir, kırmızı renk nedeniyle çok uzaklardan seçiliyor. Deniz tarafında bir duvar çeşmesi var. Koru tarafı ise yüksek sütunlarla sundurma şeklinde yapılmış. Caminin bir yanı Boğaz ve diğer yanı yemyeşil bir tepeye bakmakta ve iki yanı yalılarla çevrili. Caminin Boğaz’a bakan tarafındaki ağacına dikkat edin, bu ağaç cami yapılırken buraya dikilmiş, yani yaklaşık 350 yıllık.

Kasım 2020’de çıkan yangında zarar gören Boğaziçi’nin en güzel yalı camisi Vaniköy Camii, 1600 kitaplık kütüphanesiyle ayağa kaldırıldı.

Cami ilerisinde aynı dönemlerde yapılmış Ahmet Nazif Paşa Yalısı var. II. Abdülhamit’in damadı Ahmet Nazif Paşa tarafından 1880 tarihlerinde inşa ettirilmiş. Ahmet Nazif Paşa buraya iki bina yaptırmış. Bunlardan biri yalı olup diğeri bugün Sultan Vahdettin Köşkü olarak adlandırılan tepedeki köşk. Aradan geçen zamanda bu yalılar iki ayrı kişiye satılmış.

Vaniköy’de artık üretim yapmayan eski mısırözü yağ fabrikası Recaizade Yalısı.

Nazım Hikmet’in arkadaşı, “Araba Sevdası” eseriyle tanınan yazar Mahmut Ekrem Bey’e (1847-1914) bir dönem ev sahipliği yapmış. Mahmud Ekrem Bey babası Recai Mehmed Efendi’ye ait bu evde doğmuş. Amcasının kızı Ayşe Güzide Hanım ile burada evlenmiş. Kendi oturduğu yalı ise Yeniköy’ün hemen girişinde yer alıyormuş. Yazarı, Çubuklu’daki Hıdiv Abbas Hilmi Paşa ile haberleşiyor diye II. Abdülhamid’e jurnallemişler ve Yeniköy’deki yalıyı satıp Cihangir’e taşınmak zorunda kalmış. Maalesef Vaniköy’deki yalı 1980’lere kadar Vaniköy Mısırözü Fabrikası olarak kullanılmış. Bu durum 38 sene sürdü ve fabrika 1988 yılında kapatıldı. 1988 yılında restore edilmek amacıyla yıkılıp yeniden kagir olarak yapılmış.

Recaizade Yalısı yanı, fabrikanın sahibi olan aileye ait aşı boyalı, üç katli, yedi pencereleri Kadınefendi Yalısı.İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında Üsküdar Vaniköy caddesinde bulunan yalı 1770 tarihlerinde Şeyhülislam Mehmet Emin Efendi tarafından inşa ettirilmiş. Kadınefendi Yalısı, Atatürk ile ilgili oldukça önemli bir karara ev sahipliği yapar. Dönemin ünlü Şeyhülislamı Dürrizade Abdullah Efendi bir dönem bu yalıda oturur. Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi de Atatürk için ölüm fetvası veren kişidir. Osmanlı son dönemlerinde Atatürk için verilen ölüm fetvası bu yalıda verilir.

Boğaz’da Avrupa havası estiren yalılardan biridir Evrenesoğlu Hamid Bey Yalısı. Evrenosoğulları Osmanlı Devleti’ne akıncı beyler yetiştirmiş bir ailedir. Ailenin soyu Evronos Gazi’den geliyor. Yalıya adını veren Hamid Bey de aynı soydan gelmekte. Aile günümüze kadar varlığını sürdürebilmiş.

Modern beton Türk Büyükelçi, Dışişleri ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, şair Fuat Bayramoğlu Yalısı

Fuat Bayramoğlu modern beton yalısının hemen yanında Clifton Yalısı. I. Dünya Savaşı sırasında, alev alan bir tankerden yayılan petrolle birlikte yangının sahildeki binalara sıçrar ve Kandilli’de Clifton Yalısı ile 22 yalı yanar.Daha sonra inşa edilmiş betonarme villa yerine Boğaziçi’nde örneği az görülen Fransız-İngiliz etkisinde bir mimariye sahip olan Clifton Yalısı’nın yeniden yapılması Torunlar GYO sahiplerinden Aziz Torun tarafından satın alındıktan sonra olur.Kayıkhaneler dahil 950 metrekare kullanım alanına sahip olan Clifton Yalısı, bu özelliği ile Boğaz'ın en nadide yalılarından birisi.

Modern ikili beton ortasında silindir şeklinde bölüm olan Kaya Sabancı ikiz villaları.

Boğaziçi’nin en dar ve akıntının en hızlandığı yerlerden olan Akıntıburnu’ndaki Edip Efendi Yalısı. Zamanında arkasındaki alanda bir akıl hastanesi varmış. Çünkü, inanışa göre Kandilli’de esen sert rüzgarlar, burada bulunan akıl hastalarına iyi geliyormuş. Ancak zamanla bu inanışın yanlış olduğu anlaşılınca, hastane terk edilmiş ve Kandilli sahilleri, Bizans soyluları ve ardından Osmanlı saray çevresinin güçlü çevreleri tarafından işgal edilmiş. Bu yalı, 1750 yılında Mehmet Emin Paşa tarafından yaptırılmış. Paşa, Lale Devri’nin ünlü ismi Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın danışmanı ve damadı olan Kethüda Mehmet Paşa’nın emrinde görev yapmış ve Kethüda Mehmet Paşa’nın kızı ile evlenince paşa ve zengin olmuş. Ancak kayınpederi, Kethüda Mehmet Paşa, Patrona Halil isyanında idam edilmiş ve Mehmet Emin Paşa, kurnazlığı sayesinde bu olaylardan kurtulmuş ve 1750 yılında sadrazam olmuş. Ancak sadrazamlığı dönemi, tarih sayfalarına, acımasız ve altındakileri hep azarlayan bir yönetici olarak geçmiş. 1752 yılında görevden alınıp sürgüne gönderilmiş. Ardından affedilmiş, Mısır’a vali olarak atanmış, ancak Kahire’ye varmadan vefat etmiştir.

Paşa sadrazamlığı sırasında bu yalıyı yaptırmış. Ancak yalının keyfini sürememiş. İngiltere Başkonsolosu’nun kızı, 1881 yılında İstanbul’a gelen Lady Neave, 26 yıl bu yalıda yaşamış ve gördükleri, yaşadıkları ve duyduklarını kitaplara aktarmış. II. Dünya savaşının başlangıcında, İngiliz hükumeti, askeri amaçlarla kullanmak üzere evine el koyunca, Lady Neave sokakta kalmış ve hayatta tutunmaya çalışırken, muhtaç bir halde 1940 yılında ölmüş.

Kandilli Cami, iskelesini geçince iki adet yanyana aşı boyalı yalılar var. Soldaki Kont Ostrorog’un aşı boyalı balısı. Server Pasa Yalısı ya da Kont Ostrorog Yalısı.

Yalının taş zemin katında bir de kayıkhanesi var. Osmanlı uyruğuna geçmeye karar vermiş Polonyalı bir aristokrat olan Kont Ostrorog, sanayi isçiliğinin düzenlenmesi konusunda devlet politikasında rol oynamış bir kişi. Kont ilk olarak Beyoğlu’na yerleşmiş. Burada Narmanlı Yurdu’nun yanındaki Müeyyet Sokak’ta otururken Levanten zengin ailelerinden Lorando’lari kızıyla evlenmiş. İki oğlundan biri Fransız diplomatı olarak yasamış. Oğlu burada kalmış ve Türk mistisizmiyle uğraşmış. Yalının şimdiki sahibi onun sonradan evlendiği Çek asıllı kontestir.İki katlı olan tarihi yalı 15 odaya sahiptir. Yalının günümüzdeki görünümü Server Paşa Yalısı ve yanında bulunan Ahmet Aşki Paşa Yalısı’nın birleştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. İçi Osmanlı ahşap işçiliğiyle tasarlanmış olan yalıda boydan boya sedirler vardır. Değeri 105 milyon dolar olduğu söyleniyor.Kont Ostrorog Yalısı’nın günümüzdeki sahibi Rahmi Koç’tur ve Rahmi Koç yalıda yaşamaktadır.

Kont Ostrorog yalısının sol yanında Munford Yalısı ya da Hadi Sami Bey Yalısı, Yalının en eski sahibi olan Hadi Tahsin hakkında pek bir şey bilinmiyor. Yalı, aşı renginden yapıldığına göre Hadi Tahsin ya bir Osmanlı bürokratı ya da başka birinden satın almış. Ama yalıya adını veren Hadi Bey bu Hadi Bey değil. 1900’lü yılların başlarında yalıyı iki İngiliz doktor satın almış. Munford adı verilen İngiliz doktorlar I. Dünya Savaşı bitince ülkelerine dönmeye karar vermişler ve yalıyı Likardopulos adlı bir Yunanlı’ya satmışlar. 1946 yılında da Avukat Hadi Semi yalıyı devralmış. Yalı adını bu Hadi’den alıyor.

Ahşap yalı birçok dizinin çekildiği Altunizade Abud Efendi Yalısı’dır. Bu yalı Suriye’den gelme zengin bir tüccar ailesi olan Abud’lara aitmiş. Balyanlar tarafından yapıldığı biliniyor. Mehmed ve Ahmed Abud Efendi kardeşler Beyoğlu’ndaki Suriye Apartmanı’nı da yaptırmışlar. 18 oda ve 2 sofalı yalı Dolmabahçe Sarayı’ndan esinlenmiş. Necip Bey yalıyı Baron Vandoeuvre’ye satmış, o da II. Abdülhamit Devri’nde Şirketi Hayriye Başkanlığı da yapmış olan Mehmet Abud Efendi’ye satmış, 1985 yılında da Abud Efendi’nin kızı Belkıs Hanım Salat Yağ Sanayi sahiplerinden İsmail Özdoyuran’a satmış.

Elbette Kandilli demişken meşhur Kıbrıslı Yalısı'nı anlatmadan geçmek olmaz. Boğaz'a en uzun cephelerden birine sahip; tam 64 metre... İsmini Osmanlı'nın sadrazamlarından Kıbrıslı Mustafa Emin Paşa'dan alıyor. Binanın içinde ortasında bir çeşme olan balo salonu var. Yalının sütunları tahta resimlerle bezenmiş kubbeli tavanı görülmeye değermiş. 20 odalı. Üç değişik Sultana sadrazamlık ve Rusya büyükelçiliği yapmış olan dürüst ve yetenekli devlet adamı Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa yalıyı 1840 yılında satın almış, o zamandan beri aynı ailede kalmış. Şu anda yalı Halis Komili'nin eşi Alev Komili'ye ait. Boğazın en eski ve sürekli oturulan yalısı olarak da bilinen mekânda Piyer Loti ve Yahya Kemal gibi yazarların çok sevdiği bir toplantı yeriymiş ve Iraklı Kral Faysal ve Fransız Prensesi Eugine gibi ünlüleri ağırlamış. Kıbrıslı Yalısı’nın değeri yaklaşık 120 milyon dolar.

Kandilli ile Vaniköy’ü bölen buruna yaklaşırken, akıntı çok güçleniyor. Çocukken hayranlıkla Boğaziçi’nde büyümüş kişilerin suya atlayıp akıntının yardımıyla öbür yakaya yüzmelerini, sonra ters yönde başka bir akıntı bulup denize atladıkları yere dönenleri izlerdim.

Anadolu Hisarı’na sırtını vermiş, Göksu Deresi’nin girişinde bulunan Riyaziyeci İzzet Bey Yalısı çok değil yüzyıl önce bir öğretmenin de Boğaziçi’nde yalı sahibi olabileceğinin alâmet-i farikası. Darüşşafaka Lisesi’nden mezun olduğuna göre öksüz ya da yetim olan İzzet Bey daha sonra yine aynı kurumda matematik (riyaziye) öğretmenliği yapmış. Hayatı boyunca 93 kitap kaleme alan Riyaziyeci İzzet Bey’de öğretmenlik dışında biraz da gezginlik var anlaşılan. Çünkü, kaleme aldığı kitaplardan biri “Boğaziçi Rehberi” adını taşıyor.

Anadolu Hisarı yanında sahilde mavi renkli Komodor Remzi Bey (İnönü) Yalısı.

Boğaziçi’ne inşa edilen klasik Osmanlı yalılarına baktığımızda, yalıların genelde enlemesine uzayıp 1-2 katlı olduklarını görürüz. Anadolu Hisarı’nda bulunan bu yalıysa boylamasına uzamış olup hazır ol pozisyonundaki bir askeri andırıyor. Aslında sadece mimarisi değil yalıya sahip olanlar da hep askerler olmuş.

Yalıyı 1917 yılında yaptıran Komodor Remzi Bey ve yalı bu adla biliniyor. Komodorluk, deniz kuvvetlerinde ya da namı diğer Osmanlı bahriyesinde filo komutanı olan, albay rütbesine denk düşen bir rütbe. Remzi Bey’in komodor lakabıyla anılması da bu yüzden.

Yalıyı 1924 yılında bir başka asker satın almış: Sakarya Savaşı’nda ve Büyük Taarruz’da yarbay rütbesiyle alay komutanlığı görevinde bulunmuş olan ve Kurtuluş Savaşı’nın önemli paşalarından sayılan Mümtaz Aktay Paşa. Mümtaz Aktay Paşa’nın ölümünden sonra yalı kızı Güzin Hanım’a geçmiş.

Kurtuluş Savaşı yalı üzerinden yıllar sonra yeniden karşımıza çıkıyor. Çünkü yalıyı 1972 yılında Kurtuluş Savaşı’nın önemli komutanlarından olan, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapan İsmet İnönü’nün ailesi satın almış.

Şeyh Talat Efendi Yalısı Boğaziçi'ndeki Anadoluhisarı'nın en eski yapılarından biri. Aynı çatı altında selamlık ve haremlik bölümlerinden oluşuyor. İki ahşap kattan oluşan yalının ilk sahibi, Halveti tarikatı şeyhlerinden Talât Efendi’ymiş. Şeyh, buradaki çok eski bir ailenin mensubuymuş. Yıldırım Beyazıt’ın, Güzelce Hisar da denilen kaleyi yaptırdığı 1395’ten beri aile buradaymış. Yalının selamlık bölümü Mihrinev Atay ve kardeşine dedelerinden kaldı. Haremlik bölümü ise akrabalarına ait. Atay kardeşler bu yalı da doğmuş ve büyümüş.

Şimdilerde, haremlik bölümü satılarak balık restoranı olunca selamlık kısımda yaşayan kardeşler restorandan gelen ses ve koku üzerine mahkemelikler.

Hemen yanında Manastırlı İsmail Yalısı. Sebibilürreşad Dergisi, İslamcı fikriyatı yaymak üzere 1908 yılında Mehmet Akif Ersoy ile Eşref Edip’in önderliğinde çıkan bir dergiydi. Zamanla İslamcı hareketin en önemli yayın organı olmuş. Anadolu Hisarı’nda bulunan bu yalının ilk sahibi de bu derginin yazarlarından olan İsmail Hakkı Efendi’dir. Osmanlı’nın son dönem yetiştirdiği en büyük din alimlerinden olan İsmail Hakkı Efendi, Manastır’da doğmuş, İstanbul’da medrese öğrenimi görmüş, Sultanahmet, Ayasofya, Süleymaniye gibi merkez camilerde vaazlar vermiş. 1912 yılında yine bu yalıda vefat etmiş.

İstanbul Anadolu Hisarı İskelesi’nin yanında Köseleciler Yalısı. İskeleyi geçince Sultan I. Abdülhamid’in padişahlığına kadar uzanan komşusu Serasker Rıza Paşa Yalısı görüyoruz.Sultan Abdülaziz döneminde Mabeyn Başkatibi Mustafa Suphi Paşa tarafından inşa edilmiş. Yalının mimari yerleşimi çok değişik. Normal yalılar, yalı arsasının rıhtımındadır. Bu yalıda yapı sahilden geriye çekilmiş. Yalı ve rıhtım arasında bir bahçe bulunmakta. Sahilde bahçesi olan başka bir yolu bulunmamaktadır. Denizden bakıldığı zaman yalı bir katlı, yapının cadde tarafındaki kısmı ise iki katlı. Yapının üst katlarında ise yatak odaları bulunmakta. Bugünkü yalı eski yalının sadece bir kısmı. Boğaziçi yalıları daima selamlık ve harem olarak iki bölümlü olarak inşa edilmiştir. Bu yalıda harem kısmı yandığı için sadece selamlık kısmı kalmıştır.

Hemen bitişiğinde 1840 tarihli Manolya Bahriyeli Sedat Bey Yalısı bulunuyor. İkinci katın ortasında sütunlu bir balkonu var. Boğaziçi’nde birçok yalının ikinci ismi vardır. Bu yalı da onlardan biri. Zira bahçesinde bulunan manolya ağacından dolayı Manolyalı Yalı olarak bilinir. Yaklaşık 170 yıllık olan bu yalıyı, Tanzimat döneminin önemli bürokratlarından olan Mustafa Reşit Paşa, kızı için yaptırmış. Yalı daha sonra Sedat Bey’e intikal edince onun adıyla anılır oldu. Bahriyeli Sedat Bey, Sultan II. Abdülhamit’in deniz işlerinden sorumlu bakanlarındandı ve Çanakkale Savaşı’nda aktif olarak görev yapmış önemli bir kişidir.

Zarif Mustafa Pasa Yalısı ve yanında kayıkhanesi de 18. yüzyılda yapılmış ve Boğaziçi’nin en pahalı yalısı.Yalıya adını veren Zarif Mustafa Paşa, Osmanlı’nın önemli valilerinden olup Konya, Erzurum ve Halep gibi vilayetlerde valilik görevlerinde bulunmuş. Sonrasında Anadolu ordusu müşirliğine kadar yükselmiş. Bunca önemli görevlerde yer almasına rağmen, oldukça sessiz ve sade bir hayatı varmış. “Zarif” lakabıyla anılması bu sebepledir. 1848 yılında bu yalıyı satın almış. Yalının dördüncü sahibi. Yalı, Bizans manastır kalıntıları üzerine yapıldığından, yalının bahçesinde bir ayazma bulunur. Yalının arkasında bulunan hamam da o dönemden kalmadır.

Boğaziçi’nin ayakta duran en eski Osmanlı yalısı 1699 yılında Köprülü ailesinden Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa için yaptırılmış. Tavan Amcazade Hüseyin Paşa, Köprülü Mehmet Paşa’nın erkek kardeşinin oğlu ve Fazıl Ahmet Paşa’nın da amcasıymış. Sultan II. Mustafa döneminde çeşitli görevlerde bulunmuş, 1607–1702 yıllarında da Sadrazamlık yapmış. Paşa’nın Fatih, Saraçhanebaşı’nda bir de külliyesi bulunduğu gibi İstanbul ve Edirne’nin çeşitli yerlerinde eserleri var.

Anadolu Hisarı’nın biraz kuzeyinde konumlanan yalı iki katlı, hayli yüksek tavanlı olmasına rağmen pencereleri alçak, ve iki sofalı olup, duvar ve tavanlar son derece güzel kalem işiyle kaplı, 15-20 odadan meydana gelmekte. Harem bölümünün denize yönelik çıkmalı üç geniş odası 1893 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rumeli göçmenleri yerleştirildiğinden tahrip olmuş ve bir yangın sonucu da ortadan kalkmış. Osmanlı sivil mimarlığının eşsiz bir eseri olarak dikkat çekmiş olmasına rağmen, büyük tahribata günümüze kadar süren ihmal büyük tahribata günümüze kadar süren ihmal neden olmuş. Yalı şu anda Ağaoğlu İnşaat Grubu tarafından etrafı çevrili, denize çakılı kazıklar üzerinde enkaz bir halde restorasyonu bekliyor.

Amcazade’yi geçince Koç ailesine ait 1895 tarihli Nuri Paşa Yalısı. 1895 yılında yaptırılan yalı, Sultan II. Abdülhamit’in subaylarından olan Nuri Paşa’ya aitti.Bu yalı da şu an Vaniköy’de bulunan Kont Ostrorog Yalısı gibi Koç Ailesine aittir.

Nuri Paşa Yalısı yanında Demirören ailesine ait Marki Recep Bey Yalısı bulunuyor.

Yalı, 1900’lü yılların başlarında Marki Necib adında bir Fransız asilzadesi tarafından yaptırılmış. Marki Necib, Melike Aliye adlı bir kadına aşıkmış. Melike Aliye Hanım’la evlenebilmek için Müslüman olmuş ve Ahmet Necib adını almış. Ve aşkları için bu yalıyı yaptırmış.

İkinci köprü altında geminin çarptığı ve harap olan Hekimbaşı Salih Efendi’ye ait yalı 18. yüzyıldan kalmadır ve Osmanlı mimarisinin asimetrisini sergiler.

Salih Efendi bitkilere ilgisiyle ün salmıştı ve çok zengin bir botanik bahçesi yaratmıştı. Anadolu Hisarı’nın Kanlıca tarafındaki son yalısı olan Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı, tıp ve botanik çalışmalarıyla ünlü olan Hekimbaşı Salih Efendi’ye aittir. Salih Efendi, Osmanlı’nın modern anlamda ilk tıp okulundan mezundur. Saraya hekim olmuş, sonrasında Osmanlı’daki bütün tıbbi kurumların müdürü olmuştur.

Yalının bahçesi ünlüdür. Çünkü Salih Efendi aynı zamanda bir botanik bilginiydi. Bu bahçede çeşitli bitki ve çiçekler yetiştiriyor, bunlardan ilaçlar üretiyordu. Bitkileri aşılıyor, yeni türler elde ediyordu. Bu şekilde kendi ismiyle anılan bitkiler yetiştirmeyi başarmıştır. Hekimbaşı gülü, Hekimbaşı armudu, Hekimbaşı kirazı bunlardan bazıları. Hekimbaşı Salih Efendi, 1905 de yine bu yalıda vefat etmiştir. Yalıdaki kimi eşyalar ondan kalmadır.

Köprü altında ünlü Lacivert ve Kumru’yu geçiyoruz. Deniz burada bir körfez oluşturur. Kıyılarındaki güzel yalıları ile bu büyük girinti oldukça güzeldir. Körfez’deki en güzel yalı, ortası içerde ve balkonlu olan Rukiye Sultan Yalısı.

Yalılar arasında yaşanan aşklar, evlilikler ünlüdür. Osmanlı’nın Mısır yöneticilerinden olan Abdülhalim Paşa’nın kızı Prenses Rukiye Hanım, Çengelköy’de yalısı bulunan Sadullah Paşa’nın oğluyla evlenince, 1895 yılında bu yalıyı yaptırmışlar ve uzun yıllar bu yalıda yaşamışlar.Yalı Kanlıca Koyu’nda bulunuyor. Bu koy, İstinye ve Tarabya’dan sonra Boğaziçi’nin üçüncü büyük koyudur.

Biraz ilerisinde 1850 yılında yapılmış Yağlıkçı Raşid Bey Yalısı. Eskiden mendillere yağlık denirdi. Mendilden başka iç çamaşırı, gelinlik gibi bayan giyimi imalatçılarına da yağlıkçı denirdi. Yağlıkçı Hacı Raşid Bey, Kanlıca Koyu’ndaki bu yalıyı 1880’li yıllarda yaptırmış.

Körfezin kuzeyindeki tepe pek ismi hatırlanmasa da Mihrabad adıyla anılır. İstanbullular dolunayın doğuşunu seyretmek için buraya gelirlermiş.

Kanlıca’da bulunan 1880 yapımlı Kadri Paşa Yalısı’nın ilk sahibi, Sultan 2. Abdülhamit dönemi sadrazamlarından olan Ahmed Arifi Paşa’ydı. Yalı, ondan bir yıl sonra sadrazam olan Kadri Paşa tarafından satın alınınca, onun adıyla anılır olmuş.

Yalının sahibi şu an Kadri Paşa’nın kızının kızı Ayşe Müzdan Kuntar’dır.

Yanındaki bitişik küçük kırmızı yalı Sezen Aksu Yalısı.

Hemen yanında 19. yüzyıl sonlarında yapılmış Ferruh Efendi Yalısı’nı görüyoruz.

Günümüzde protokol olarak adlandırdığımız teşrifat kuralları Osmanlı’da ince ince detaylandırılmış, disiplinle uygulanan kurallar olduğu için, işi sadece bu kuralları uygulamak olan “teşrifatçılar” adı altında bir meslek grubu bulunuyordu. Yalının sahibi olan Ferruh Efendi’de bu teşrifatçılardan biri olup sarayın teşrifatlarını sağlamakla görevliymiş.

Ferruh Efendi’nin yalısı, harem ve selamlık olarak yapılandırılmış iki ayrı binadan oluşuyor. Kahverengi ve iki katlı olan kısım yalının harem bölümüyken; kırmızı aşı boyalı olan, yalının selamlık bölümü. Dikkat edilebileceği gibi yalının harem kısmı, selamlık kısmından yaklaşık 3-4 kat daha büyük. Bu durum Boğaziçi’nde bulunan birçok yalıda var. Harem kısmında aile hayatı yaşandığından, genelde daha büyük yapılırmış. Ferruh Efendi’nin yalısında bu oran 3-4 katına çıkmış.Oysa günümüzde bu durum değişmiştir. Vakti zamanında tek sahibi olan bu yalının şimdilerde iki ayrı sahibi var. Harem bölümünün sahipleri Ahmet Tanrısever’in kızları olan Muhterem ve Mükerrem Hanım’ken selamlık bölümünün sahibi Minik Serçe Sezen Aksu.

Neden tek yalının iki sahibi var sorusunun yanıtını kapitalizmde aramak lazım. Çünkü, yalılar milyon dolarlarla ifade edilmeye başlayınca harem ve selamlık bölümleri ayrı ayrı yalılar olarak satıldılar. Böylece değerleri birkaç kat arttı.

Hemen yanında kırmızı renkli 19. yüzyıl sonlarında yapılmış Nazım Paşa Yalısı.

Yıkılmaya yüz tutmuş, acil restore edilmesi gereken bu yalı, doğuda birçok ilde valilik yapan Nazım Paşa’ya aitmiş.Nazım Paşa, şair Nazım Hikmet’in büyükbabasıdır. Nazım Hikmet “Nazım” adını ondan almıştır.

Nazım Paşa’yı geçtikten sonra küçük ama çok güzel 1860 yapımlı bir yalı olan Süslü Yalı veya Eczacı Ethem Pertev Bey Yalısı tahta oymalı ve balkonlu durmakta.

1860 yılında saraylı bir hanım tarafından yaptırıldığından Saraylı Hanım Yalısı olarak biliniyor. Muhtemelen Sultan Abdülmecid’in gözdelerinden biriymiş. Yıllar boyu bu yalıda tek başına yaşamış. Eczacı Ethem Pertev Bey, onun kiracısı olarak 1905’te bu yalıya yerleşmiş, birkaç yıl sonra da satın almış.

Ethem Pertev Bey, 1895’te Osmanlı’nın ilk ilaç ve kozmetik laboratuvarını kurmuş. Kozmetik alanında bilinen en ünlü ürünü “Krem Pertev”di. Krem Pertev o dönem sadece Osmanlı’da değil Avrupa da bile tanınıyordu.

Hemen yanında İsviçre yapısını andıran 1943 yapımlı Dr. Ali Mazhar Yalısı bulunuyor.

Boğaziçi’ndeki kimi yalılar bazı sarayların ya da organizasyonların yapımından arta kalan malzemelerle yapılmıştır. 1864 yılında yapılan bu yalıda bunlardan biri.

1863 yılında Sultanahmet Meydanı’nda yapılan Hirfet, Sanat ve Ticaret Sergisi Osmanlı’nın ilk fuarıdır. Sergiden bir yıl sonra arta kalan malzemelerle bu yalı yaptırılmış. Yalıyı yıllar sonra Doktor Ali Mazhar Bey satın almış. Hala onun adıyla anılıyor. Yalının en ilginç özelliği bir şemsiye gibi iki tarafa açılan çatısıdır.

Hemen yanında büyükçe sarı krem tonlarında 1880 yılında yapılmış Hacı Ahmet Arif Bey Yalısı. Sultan II. Abdülhamit döneminde, Hacı Ahmed Bey tarafından yaptırılan yalı orijinal halini koruyarak günümüze kadar gelebilmiştir. Yalının önceki sahibi olan Nazmiye Hanım’ın oğlunun sünnet düğününün davetlilerinden biri de Atatürk’müş.

Eskiden Kanlıcanın özel bir otunu yiyen inekler pembeye çalan bir süt verirmiş (ünlü yoğurdun sütü); bu renkten ötürü buraya Kanlıca dendiği anlatılır. Adını aşı boyalı yalılardan geldiği veya kağnıdan geldiği de söylentiler arasında.

Kanlıca Yoğurdu nasıl Emirgan deyince çay, Sultanahmet deyince köftesi, Vefa deyince bozası akla geliyorsa, Kanlıca deyince de tarihi Kanlıca yoğurdu geliyor aklımıza. Bulgaristan’dan göç ederek Kanlıca’ya yerleşen 93 muhaciri Poyraz İbrahim Ağa’nın temelini attığı işletme, 129 yıldır yoğurt mayalıyor. Üçüncü kuşak tarafından söylendiğine göre doğal sütten yapılıyor ve hiçbir katkı maddesi kullanılmadan özel bir mayalama tekniği ile yapılıyor.

Kanlıca İskelesi’ndeki kafeye oturup gelip gecen vapurları seyrederek yoğurt yemek, Boğaz’ın köklü geleneklerindendir. Sade, pudra şekerli, reçelli, ballı veya dondurmalı. Siz yoğurdunuzu nasıl alisiniz?

İskelenin gerisinde yer alan 1570 tarihli Mimar Sinan ikincil yapıtı Kanlıca Cami. Arkasındaki türbede caminin banisi İskender Paşa ile oğlu Ahmed yatıyor. En basit tiptedir, ahşap son cemaat yeri, düz ahşap çatısı vardır. Yan taraftaki pencereli demir şebekeli küçük yapı ise bir muvakkithanedir. (Vakti tespit edenlerin çeşitli aletlerle namaz vaktini belirledikleri, gözlem yaparak zamanı tespit ettikleri mekandır)

Kanlıca körfezinin ünü yaydığı akustiğin esrarengizliğinden gelir. Gerçekten de etkileyici bir ses tınlaması vardır bu küçük koyda. Şeyhülislam Bahai Efendi’nin bir zamanlar burada yer alan ikametgahı nedeniyle koya Bahai Körfezi de denir.

Sultan II. Mahmut’un kızı Adile Sultan’ın kethüdası (kâhya) Mehmed Muhtar Bey Yalısı.

Kış mevsiminde Boğaziçi oldukça soğuk ve rutubetli olur. En iyi zaman Haziran-Ekim arasıdır. Büyük yalların çoğu iki binadan oluşur. Bunlardan biri erkeklere ve konuklara açıktır, öbürü ise kadınlar ve evin erkekleri içindir. Erkek ziyaretçiler kadınları görmeden selamlığa girerdi. Haremde ise yalı sahibi ve karısı için büyük bir oda olurdu. Genellikle ortadaki sofaya açılan öbür odalar ailenin öbür üyeleri içindi. Hemen her odada bir dolap, genel tuvaletten ve hamamdan ayrı küçük bir tuvalet vardı. Yatak takımları dolapta saklanır, geceleri çıkarılıp yere serilirdi. Gündüz odalar oturma odası olarak kullanılırdı. Yemek zamanı yiyecekler odaya getirilir tepsiler içinde yenilirdi. Dolayısıyla evdeki odalar arasında işlevsel bir iş bölümü yoktu. Daha sonraki tarihte yapılmış Dolmabahçe Sarayı’nda bile bu böyleydi. Örneğin koca sarayda bir yemek odası yoktur.

İstanbul’da çekirdek aileye doğru güçlü bir sosyal eğilim vardı. Her ne kadar dinen izin verilmişse de çok kadınla evlilik pek ender uygulanır ve genellikle hoş görülmezdi. Yalı sahipleri ise genellikle zengin kimselerdi, bunların oğulları, kızları, bazen kız ve erkek kardeşleri, hısım akrabaları çoğu kez yaz aylarını aynı yalıda geçirirlerdi. Bu hayat tarzında bütün odalar yarı bağımsız konutlar gibi hizmet görür, belli durumlarda ana salonda herkes bir araya gelirdi. Bu tür yalıların en eskilerinden biri olan Saffet Paşa Yalısı yanıp kül oldu. İlk yapıldığında bu yalının ayrı bir haremi ve selamlığı vardı, ama bir bölüm daha önce yanmıştı. Zaten artık iki bina olarak kalabilmiş hemen hemen hiçbir yalı yok.

Kanlıca girişinde fenerin az yani büyükçe 1976 yapımlı Saffet Pasa Yalısı. Tüm yalılar gibi o da adını hikayesinden almış. Aslanlı Yalı bahçesindeki aslan heykellerinden. Esma Sultan Yalısı, adını sahibinden almış tıpkı Fehime Sultan Yalısı gibi. Fenerli Yalı’da olduğu gibi adını mimarisinden alan yalılar da var Boğaziçi’nde, Manolyalı Yalı’da olduğu gibi bahçesindeki ağaçlardan adını alan da.

Kanlıca’da bulunan, Boğaz’ın en büyük rıhtımlarından birine sahip olan bu yalıysa adını kullanım tarzından, mekânlık yaptığı dışişleri toplantılarından almış. Şimdilerde Saffet Paşa Yalısı olarak bilinen yalı, vakti zamanında Hariciye Köşkü olarak biliniyordu. II. Abdülhamit döneminin bürokratlarından olan Saffet Paşa altı kez Hariciye Nazırlığı (Dışişleri Bakanlığı) yaptığından, yalısı Hariciye Köşkü olarak nam salmıştı. Saffet Paşa’nın yalısı 1760 yılında yapılmıştı. 1976 yılında çıkan bir yangında yalının bu orijinal hali yandı. Şu an görünen yalı orijinal planına göre yangından sonra yapılan yalıdır. Saffet Paşa’nın torunu olan ve Hürriyet Gazetesi’nin kurucusu olarak kabul edilen Sedat Simavi, ölünceye kadar bu yalıda yaşamıştı.

İskele ve camiyi geçince hemen Yağcı Şefik Bey Yalısı oldukça yeni olmasına rağmen üslubu klasiktir. Yani yalıda balkon yoktur. Ortası çıkıntılıdır; buradan çeşitli yönlere rahatlıkla bakılabilir. Yalı, yağ tüccarı Şefik Bey tarafından 1905’te yaptırılmış. Klasik dönem Osmanlı yalılarında balkon bulunmaz. Bu yalıda da böyledir. Yalıda halen Yağcı Şefik Bey’in varisleri oturmakta.

Hemen yanında iki küçük yalı arasında ince uzun Ebru Gündeş Yalısı

Biraz daha ileride 1850 yılında yapılmış Erbakan Yalısı (Esvapçı Ahmet Bey yalısı) var.

Asaf Paşa’nın iki yalısından biri. Paşa’nın vefatından sonra hemen yanında yalısı bulunan Yedi Sekiz Hasan Paşa’ya satılmış. Yalının hizmetçileri burada kalıyorlarmış. Bir kaza sonucu yalı yanmış. Yanan yalının yerine yapılan bu yalı, Asaf Paşa’nın hanımının yetiştirdiği kalfalardan olan Mestan Hanım için yaptırılmış. Daha sonra Mestan Hanım’ın can yoldaşı Eladil Kalfa’ya verilmiş. Eladil Kalfa yalnız bir kadınmış. Bu sebeple vefatına kadar kendisine bakacak kişiye yalıyı vermeyi taahhüt etmişti. Yalı, Eladil Kalfa’ya vefatına kadar bakıcılık yapan Ahmet Bey’e kalmış. Ahmet Bey, Tahtakale’de giyim eşyası ticaretiyle uğraşıyormuş. Yalının son sahibi Necmettin Erbakan’dır. Erbakan Yalısı olarak da bilinir.

1870 yılında yapılmış Yedi Sekiz Hasan Pasa Yalısı.Kanlıca’daki bu üç katlı yalı, Boğaz’ın gözde yalılarındandır. Yalının ilk sahibi Asaf Paşa’dır. Daha sonra Yedi-Sekiz Hasan Paşa tarafından satın alınmış ve bu adla anılmış. Yedi-Sekiz Hasan Paşa, Sultan Abdülaziz döneminde karakol kumandanı olmuş, sonrasında Beşiktaş Karakolu amirliğine terfi etmiş, Sultan II. Abdülhamit döneminde de paşalığa kadar yükselmiş. Sert uygulamalarıyla tanınırmış. İmzası yedi sekiz rakamlarına benzediği için paşaya, yedi sekiz lakabı takılmış. Nezih Barut, Abdi İbrahim'in patronu bu yalıda yaşıyor.

Hemen yanında Kanlıca’nın büyük bir kısmında dar bir kıyı şeridi var. Eskiden beri yalılar bu kesimde tercih edilmiştir.

1890 yılında yapılmış Ahmet Rasim Paşa Yalısı yeni restore edildi. Burası ünlü Ajia.Ahmed Rasim Paşa, Sultan II. Abdülhamit döneminde uzun yıllar Trablusgarp valiliği yapmış bir bürokrattı. Bir ara İstanbul şehreminliği de (belediye başkanlığı) yapmıştır. Kanlıca’da kendi adıyla anılan bu yalı otel olarak hizmet veriyor.

Kanlıca’dan sonraki rotamız Çubuklu… Romalılar çağında Eiranaion denilen koyun antik adi Eirenaion (Huzurlu) idi ve burada nöbetleşe gece gündüz dua eden Akametoi (Uyumayanlar) mezhebi için Aziz Aleksandr tarafından 420’de kurulmuş manastırda “Akameti”, yani “uyumazlar” denilen keşişler yaşardı.

Evliya Çelebi burası için ilginç bir hikaye anlatır: ”Bayezid-i Veli, I. Selim’i şehzade iken Trabzon’dan getirip konuştuğu sırada Bayezid-i Veli kızarak Selim’e burada sekiz çubuk vurmuştur ki, sekiz sene padişahlığa işarettir; oğlan, elem çekme, zikreyle, zikr tarihinden sonra padişahlık senindir, al bu yediğin kuru çubuğun yere dik, sekiz sene meyvesin yiyesin, diye nice sırlar vermiştir; Şehzade Selim kızılcık sopasını yere dikip, ‘Yarabbi bu kuru ağaca meyve ver; meyvesini dünyaca meşhur eyle’ diye dua etmiş. Beyazıd-i Veli ve Şemseddin âmin demişlerdir. O saat kuru kızılcık çubuğu yeşerip yaprak ve dal verir. Her kızılcık tanesi beş dirhem gelir”.

Çubuklu Feribot İskelesi’nin hemen yanında boğaza nazır konumlandırılmış, Çubuklu Silolar’ın tarihi 1930’a kadar uzanıyor. 19. yüzyılın sonlarında sanayi binalarına yönelik şehrin yıllar geçtikçe artan enerji ihtiyacının bir kısmını karşılayabilmek için açılıyor. Bu bağlamda hem petrol şirketleri tarafından akaryakıt deposu olarak hem de bazı şirketlerin tohum ve kimyasal depoları olarak kullanılıyor ve bir süre sonra terkedilerek paslanmaya yüz tutuyor.

Ülkenin en eski depolama miraslarından biri olan Çubuklu Silolar, İstanbul’un kültürel miraslarını koruma altına alıp dönüştürerek tekrar topluma kazandırmayı hedefleyen İBB Miras tarafından yeni çehre kazandırılıp kültür/sanat merkezine dönüştürüldü.

İçinde ferah ve bol kaynaklı bir kütüphane, daha önce depo/ambar olarak kullanılmış sarı devasa metal hangarların içine oda oda yerleştirilmiş Dijital Sanatlar Müzesi, Doğa ve Bilim Müzesi mevcut.

Siloların içinde değil ancak yine aynı alan içinde ve iki dakikalık yürüme mesafesinde olan tek katlı ve geniş kütüphane ise günümün favorisi oldu. Çubuklu Silolar için bir gününüzü ayırıp keşfe çıkmaya kesinlikle değer.

Çubuklu denilince akla ilk gelen tepede Mısır Hıdiv Abbas Hilmi Paşa’nın malikanesi meşhur Çubuklu Kasrı ve Korusu. 1900 civarında yapılmış. Güzel mermer sütunlu taraçası, Boğaz’ın en güzel manzaralarından birini gözler önüne serer. Halka açık olmasından dolayı İstanbul’un sahip olduğu bu cennette temiz hava alıp, bir şeyler yiyip içebilirsiniz.

Tepedeki koru Hıdiv Kasrı onun alt kısmında 1850 yılında yapılmış Halil Ethem Pasa Yalısı.Çubuklu’da bulunan yalının ilk sahibi, Sultan II. Abdülhamit’in sadrazamlarından olan İbrahim Edhem Paşa’dır. Edhem Paşa’nın beş oğlu varmış. Bunlardan biri Osmanlı’da müzeciliğin gerçek anlamda kurucusu olan Osman Hamdi Bey’dir. Osman Hamdi Bey, 24 Şubat 1910’da bu yalıda vefat etmiş.

Çubuklu’dan sonra Paşabahçe!... Adı 17.yüzyıl Sadrazam Hezarpare Ahmed Paşa’nın buralarda var olan arazilerinden geliyor. Paşa burada kendisi için bir yalı yaptırmış. Paşa’nın evine ithafen semt “Paşa Bahçesi” olarak anılmaya başlamış.

Osmanlı döneminde gayrimüslim cemaatinin de yerleştiği köydü Paşabahçe. 19. yüzyılda Paşabahçe’de bir cami, iki kilise, bir dalyan, iki fırın, bir peksimethane değirmeni, yedi yalı bulunmaktaymış. Aynı yüzyılda Paşabahçe’de cam, porselen ve mum imalathaneleri mevcutmuş.

1933’te hizmet vermeye başlayan ünlü Paşabahçe Cam Fabrikası. Paşabahçe Cam Fabrikası; Mustafa Kemal Atatürk'ün verdiği talimat ile kurulan, Türkiye'nin ilk cam üretim tesis yapısıdır. Fabrika ve tesisin temeli Başvekil İsmet İnönü ve İktisat Vekili Celal Bayar'ın katılımıyla 1934 yılında Beykoz Paşabahçe'de açılmış.

2002 yılında cam fabrikasının şehir içinde olması tartışmalarının yapıldığı dönemlerde, fabrikanın üretimi durdurularak çürümeye bırakılmış.Umuyorum ki, İstanbul'un ve modern Türkiye'nin bir dönemini yansıtan bu tesisin bir "sanayi kültür mirası" olarak bir proje kapsamında değerlendirilip gelecek nesillere aktarılması.

Vaktiyle, tüm sakini gayr-i müslim olan Paşabahçe’ye Sultan İbrahim’in saltanatında sadrazam Hezarpare Ahmet Paşa geniş bahçeli bir saray yaptırır. III. Mustafa mektep, cami, çeşme ve hamam imar edip etrafına Türk nüfusu yerleştirir. Hıristiyan nüfus zamanla azalsa da tamamen yok olmaz. 1894 yılında Ayios Konstantinos-Ayia Eleni Rum Ortodoks Kilisesi yapılır.

Paşabahçe halkı yapının bir zamanlar “perili köşk” olarak adlandırıldığını söylerler. Kilisenin yüksek çan kuleleri bulunmakta ve çatı kısmında çıkıntıda saat yer almaktadır.

Semtte ayrıca Aya Kiryaki Ayazması da vardır.

18. yüzyıl geç dönemlerinde iskelenin yanında III. Mustafa tarafından yapılmış Osmanlı camisi artık yoktur, yerine yeni bir cami yapılmıştır.

1833’te imzalanan Hünkâr İskelesi Antlaşması Beykoz’da gerçekleşmişti. Fatih’in sık avlanmaya geldiği bir Türk köyü olan yörenin arka bölgeleri, o sıralarda Tokat ilinin alınmış olması ve haber sultanın burada duymasından dolayı Tokatköy olarak bilinir asıllardır. Sultan Murat burada Tokat köşkü diye anılan bir av ve dinlenme mekânı yaptırmış. Bunlardan geriye bir şey kalmadı bugün…

Mısır Hıdivi’nin payitahttaki temsilciliğini yapıp 1918’de ölen ve Sultan Abdülhamid’in de yakın dostlarından olan Abraham Paşa’nın Paşabahçe ve Beykoz arasındaki yoğun ağaçlık alanda adını taşıyan Beykoz Korusu olarak da bilinen Abraham Paşa Korusu diye geniş bir koruluğu var.

Abraham Paşa (1830-1918) inanılmaz derecede zengin bir devlet memuruymuş. Aynı zamanda avcı ve kumarbaz olan bu Ermeni Paşa, Pera’daki ünlü Cercle d’Orient’in de sahibiymiş ve Beykoz’da partiler vermek için kendine bir ev yaptırmış. Daha sonraları borçları yüzünden satıp Büyükdere’deki yalısına çekilmiş. Ev 1937 senesinde tamamen yanınca sonraki yıllarda yeniden inşa edilmiş,

Günümüzde burası gezilebilmekte ve içinde dinlenip bir şeyler atıştırabileceğiniz tesisler bulunuyor.

Beykoz’un en hareketli yeri kuşkusuz meydanı. Burada İstanbul’un en anıtsal çeşmelerinden İshak Paşa Çeşmesi, Beykoz On Çeşmeler adıyla da tanınan 1746 tarihli, kemerli, kubbeli, suyu on musluktan akan bu eserin banisi İshak Paşa, I. Mahmud’un gümrük eminiydi. Aynı İshak Paşa Beykoz’a başka bir çeşme daha kazandırmıştır ki bu da kuzeydeki geniş çayırlardadır.

Yakınında, Sultan Süleyman’ın hasodabaşısı Behruz Ağa’nın yaptırdığı 1560 tarihli bir de hamam durur. Has Odabaşı Behruz Ağa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış. Behruz Ağa 1562 yılında Mimar Sinan’a kendi adını verdiği bir cami inşa ettirmiş. Hamamın da o tarihlerde camiye ya da çeşmeye akar sağlaması için yapıldığı tahmin edilmektedir. Hamam, Beykoz’un en tarihi binasıdır.

Sahile yakın yoldaki Kethüda Çeşmesi 1533’tendir ve Defterdar İskender Çelebi’nin kethüdası (şehir halkının hükümet önündeki temsilcisidir. Devlet ile toplum arasında iletişim ve irtibatı sağlamakla görevlidir) yaptırmıştır.

Meydanın güneyinde güzel onarılmış bir camii var. 1700’lu yıllarda Beykoz Camii olarak da bilinen Serbostanı Mustafa Ağa Cami de bulunuyor. Mustafa Ağa’nın banisi olduğu önemli bir eserdir.

Yapıldığı tarih kesin olarak bilinmiyor ancak Evliya Çelebi bu camiden bahsettiğine göre, 17. asırdan evvel yapılmış olduğu düşünülüyor.Cami, 2006 yılında kapsamlı bir onarımdan geçirilmiş. Bu onarımda ahşap son cemaat yeri, caminin rengi, çatı saçakları, şadırvan, muvakkithane çatısı ve hatta belediyenin cami avlusuna bıraktığı çöp konteynırı ahşap bir kaplama içine alınarak uyum içinde yapılmış.

Beykoz denildiğinde akla ilk gelen yemyeşil maviye komşu doğal güzellikleridir. Tabii ikinci sırayı tarihi evleri almaktadır. Beykoz Merkezden Onçeşmeler’in arkasındaki yolda başlayan ve Şahinkaya yokuşunda kimi yıkılmaya yüz tutmuş ya da direnmekte, kimisi son kuşak varisleri tarafından restore edilmiş Osmanlı-Türk Mimarisinin değişik örneklerini görmek mümkün. Cumbalı evler, ahşap giriş kapıları ve üzerlerindeki kapı tokmakları ile yıllar öncesine götürmekte sizleri...

Orhan Veli Kanık, 13 Nisan 1914'te Beykoz'da doğmuş.

Fındık Çıkmazı esasen yabancı insanların hemen hiç bilmediği hatta Beykozluların bile gitmediği bir yerdir aslında. Bahse konu yerde pek çok dizinin çekimi yapılmış, buranın da köprü ve körfezdeki yalı manzarasını tattıran güzel bir konumu var. Mutlaka uğramanız gereken yerlerden, Fındık Sokak Çıkmazı.

Akbaba köyüne doğru yürürseniz Uzun Evliya diye bilinen bir ermişin camisi var türbesiyle karışılacaksınız.

Yakınındaki İncirliköy Osmanlı devrinin tanınmış mesire yerlerindendi. Kanuni’nin de burada bir köşkü olduğu söylenir. Daha çok 18.yüzyıılda saray adamlarından Tahir Ağa’nın eliyle imara açılan Beykoz, o yıllardan sonra iyice tanınır ve gelişir.

Bir zamanlar Beykoz demek Ahmet Mithat Efendi demekmiş. Ahmet Mithat Efendi’nin 1887 tarihli yalısı Beykoz kıyılarının en iyi korunmuş yalılarından biri. Aşçıbaşıların diye bilinir.

Ahmet Mithat Efendi, 1844’te İstanbul’da doğmuş, dönemin önemli bürokratlarından olan Mithat Paşa tarafından yetiştirilmişti. Mithat adını ondan almıştır.

İki gazete çıkaran, birçok romana ve oyuna imza atan bir Osmanlı aydını olan Ahmet Mithat Efendi bu yalıyı 1887 yılında yaptırmış ve 1912’deki vefatına kadar bu yalıda yaşamış.

Rum Kilisesi Ayaia Paraskevi ile Ermeni Kilisesi Surp Nikoğos birbirlerine yakın, iskelenin güneyinde dururlar.

Müslümanlar için Onçeşmeler’in yakınında bulunan Serbostani Mustafa Ağa Camii, Ermeniler için Surp Nigoğayos Kilisesi ve Rumlar için Ayios Konstantinos Rum Kilisesi Beykoz’da bulunuyor. Cami ile Rum Kilisesi arasına iki sokak, Ermeni ve Rum kiliseleri de birbirlerine çapraz konumda.Surp Nigoğayos Ermeni Kilisesi, İstanbul’daki kiliselerin içinde kutsal sofrası sedeften olan tek kilisedir.

İlk kâğıt fabrikamızın da Hamidiye adıyla Beykoz’da, 1892’de açıldığını biliyor muydunuz? Fabrikanın kurucusu Serkarin Osman Bey'in ilk fikri bir matbaa kurmakmış. Fakat kâğıdın Avrupa’dan ithal edilmesi nedeniyle modern bir kâğıt fabrikası kurmayı tercih etmiş.

Günümüzde dizi ve film platosu olarak kullanılan ve çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapan Beykoz Kundura Fabrikası’nı da Beykoz’da görebilirsiniz. 1812 yılında II. Mahmut Beykoz’a bir gezi düzenler. Burada Hamza adında bir ayakkabıcı ile karşılaşmış. Ayakkabıcı Hamza usta, derilerden çarık yaparak yaşamını sürdürmekteymiş. II. Mahmut ordunun da çarık ihtiyacı olduğunu belirterek, Hamza ustadan destek vermesini ister. Hamza ustanın onayı üzerine ayakkabı imalathanesi satın alınır ve devletin bünyesine 40 beygir gücünde bir buhar makinası, 2 buhar kazanı, 2 taş değirmen, 70 deri kuyusu içine konularak bu fabrika kurulur.

Birinci Dünya Savaşı çıktığında fabrika askerlerin ihtiyacını karşılamış. Sonra Sümerbank Deri Kundura Fabrikası olmuş. 2005 yılında kundura fabrikası, Yıldırım Holding’e devredilince yeni bir çehre kazanmış. Böylece Beykoz kundura fabrikası, Beyza’nın Kadınları’yla ilk kez bir film endüstrisinde kullanılmış. Hatırla Sevgili, Küçük Kadınlar, İşler Güçler, Suskunlar, Fatmagül’ün Suçu Ne, Kavak Yelleri, Öyle Bir Geçer Zaman ki ve Yaprak Dökümü gibi bazı dizilerin sahneleri de Beykoz Kundura Fabrikası içerisinde geçmekte.

Beykoz sahilinde yürümeye devam ettiğinizde ise tepede Osmanlı devrinden kalan ve İstanbul’un en eski kasırlarından biri olan Beykoz Mecidiye Kasrı’nı göreceksiniz. Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa 1854’te Sultan Abdülmecid adına yaptırmış. Yapıldığı ilk yıllarda Sultan tarafından bir biniş kasrı olarak günlük konaklamalarda, sonraki dönemlerde ise yabancı devlet erkânı ve elçi ağırlamada kullanılmış.

Bir saltanat yapısı olmakla birlikte kentin dışında ve temiz havalı bir yerde bulunduğu için, Osmanlı döneminde Dârü'l-eytâm (Yetimler Yurdu) haline getirilmiş. Cumhuriyet yıllarından hastane ve prevantoryum olarak da kullanılmış.

Millî Saraylar Daire Başkanlığı’na bağlı olduğu için Müzekart ile gezilebiliyor. Ağır altın varaklı mobilya takımları, Hereke kumaşlarından döşemelik ve perdeleri, Baccarat vazoları, büyük kristal avize ve şamdanlarıyla saray içi oldukça şaşalı ama fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor.

İstanbul’un bu huzur ve sükûnet dolu, tertemiz havalı, sakin ve görece uzak köşesinde geçirdiğimiz bugünden sonra, inanın geri dönmek bayağı zor oldu.

Bindörtyüz yıl önce bir şair, bu şehir sulardan bir çelenkle çevrelenmiş diye yazmıştı. O zamandan bu zamana çok şey değişti, ama modern İstanbul hala ruhunu ve güzelliğini onu kuşatan ve bölen sulara borçlu.

“İstanbul en çok denizden güzeldir”

İstanbul her an başka bir hikâye anlatıyor. Daha da cok gezmek isteyenler;

Anadolu Hisarı, Kandilli, Vaniköy, Çengelköy, Beylerbeyi linki https://l24.im/oVytIYv

Kuzguncuk linki https://l24.im/pJSNk

Uskudar linki https://l24.im/zObyuAo

bulunan gezi notlarımı okuyabilirler.

Bu gezimde yararlandığım kaynaklar:

İstanbul Nasıl Gezilir_Haldun Hürel

İstanbul Gezi Rehberi_ Murat Belge

Taşların Dilinden İstanbul_Sami Bayraktar

Strolling Through İstanbul_Hilary Summer-Boyd & John Freely

Turan Akıncı

Mustafa Cambaz

Kültür Envanteri

Ramazan Bedik

The Magger

Sonsuz teşekkür ederim.