Fatih Gezisi
İstanbul o kadar güzel bir yer ki… Sizi adeta çılgına çeviriyor ve başınızı döndürüveriyor. Elbette, herkes en az bir kez İstanbul’u görmüştür. Galata Kulesi‘ni ya da Yerebatan Sarnıcı‘nı herkes biliyordur. Ama ben size İstanbul’un pek gidilmeyen yerlerinden, az keşfedilmiş ve pek görülmemiş güzelliklerinden bahsedeceğim.
Bu sene gezi planımız İstanbul tepeleri ve kapılarını gezmek. Bu ay dördüncü tepe Fatih’teyiz.
Hadi başlayalım!
İstanbul’un yeni idari bölüşünde tarihi yarımada iki ilçeden oluşuyor; Eminönü ve Fatih ilçeleri. Aralarındaki sınır çizgisi, Unkapanı Köprüsü’nden Yenikapı’ya uzanan cadde. Bu caddenin batısında kalan bütün suriçi bölgesi Fatih sayılmakta ve semt olarak Fatih Camii’nin yakın çevresidir.
Aksaray meydan kıyısında 1871 tarihli Pertevniyal Valide Sultan Cami’si var. Mimar Montani’nin eseri. Özellikle dış cephedeki mermer süsleme çok göz alıcı. Camiye ait türbe, mektep ve çeşmelerle bu eser aslında bir külliye teşkil eder.
Mağrip (Arap dünyasının batı kısmı, Cezayir, Libya, Moritanya, Fas ve Tunus) ve Türk tarzlarını, gotik, rönesans ve ampir üsluplarını (Antik üslubunda Antik Yunan ve Roma biçimleri yalınlaştırılmış hali. Bezemeler Barok ve Rokoko ‟ya göre daha az kullanılır. Öğeler birbirinden ayrı tek tek işlenmiş ve simgesel öğeler seçilir. Doğadan hafiflikten uzaklaşma ve klasizme dönüş bu dönemde başlamıştır.) Cafcaflı Rokoko karmaşayla birleştirilmiş.
Cami 1871 yılında Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan için yaptırılmış.
Saraçhane’den Horhor yoluyla Aksaray’a inildiğinde Osmanlı’nın su hikayesi başlar. Horhor Mahallesi’nin ismi hikâyenin bir parçası. Söylentiye göre, Fatih Sultan Mehmed, bu bölgede tebdili kıyafet dolaşırken yerin altından akan suyun sesini duyar. “Buraya bir çeşme yapın. Baksanıza su hor hor akıyor” der. Çeşme yapılır böylece hem semtin hem de çeşmenin adı Hor Hor olur. (Çeşme, Horhor caddesi ile Kırık Tulumba Sokağı’nın kesiştiği noktada)
Hikâyenin Fatih Sultan Mehmet kısmı söylentiden ibaret ama su Bozdoğan Kemeri’nden Aksaray tarafına künklerle (pişmiş topraktan ya da çimentodan yapılmış, kalın su borusu) veriliyormuş. Tarihi bilinmiyor ama İstanbul’un en eski çeşmelerden biri. Kayıtlarda “Kafirdan kalan çeşme” diye geçmesi, Bizans döneminden kalmış olması gerekiyor.
Horhor Caddesi’nin Aksaray Meydanı’na açıldığı noktada İstanbul’un anıtsal çeşmelerinden biri olan Kanuni Sultan Süleyman Çeşmesi bulunuyor. Bu çeşmenin geçmişi de Bizans’a uzanıyor. Kanuni Sultan Süleyman’ın talimatıyla Mimar Sinan tarafından yapılmış. İki yanında pencereli kuleleri olan çeşmenin, taş işçiliği mükemmel.
Fevzi Paşa Caddesi’nde solumuzda Amcazade Külliyesi’ni görüyoruz. Amcazade Hüseyin Paşa, Fazıl Ahmet Paşa’nın “amcazade”siymis. Yani Köprülü Mehmet Paşa’nın kardeşinin oğlu. Köprülü Mehmet Paşa, Arnavut asıllıydı ve son devşirmelerden biri. Bu üçü ayrıca Fazıl Ahmet Paşa’nın kardeşi Fazıl Mustafa Paşa, uzun yıllar Osmanlı devletini sadrazam olarak yönetmişler. Dördünün de önemli başarıları var. Osmanlıların çökmesini bir süre geciktirmeyi başarmışlar. Ta ki Köprülülerin akrabası olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana’da uğradığı bozguna kadar. Böylece Osmanlı’nın çöküş süreci başlamış oldu.
Ailenin son sadrazamı olan Hüseyin Paşa külliyeyi beş yıl (1697-1702) süren sadareti (Osmanlı Devleti’nde Divan-ı Hümayun kaldırılana dek günümüz İçişleri Bakanlığı’na denk gelen makama verilen ad.) sırasında yaptırmış. Bu tarihlerde henüz “barok” başlamamıştır ve klasik Osmanlı mimarisi devam etmektedir ama bu külliyede estetik ölçüler yerinde kullanılmıştır. Külliye dershane ve öğrenci hücreleri, bir sebil, bir şadırvan, bir çeşme, ilk mektep, kütüphane ve dükkanlardan oluşuyor.
Kütüphanedeki 500 kadar eser Süleymaniye’ye taşınmış. Sebil, dış duvarda yarım daire bir çıkıntı var. Sonradan cami haline getirilmiş olan dershane sekizgen biçimindedir ve biri dışında bütün yüzleri 22 mermer sütuna dayanan bir revakla (sırtı bağlı bulunduğu binaya dayalı, ön cephesi açık, üstü örtülü ve örtüsü sütunlarla ya da payelerle taşınan mekâna verilen ad.) çevrilidir. Önü yine revaklı olan hücrelerin sayısı da 17’dir. İlk mektep avlunun sağ köşesindeki dükkanların üstündedir. Amcazade’nin bütünü güzel… Türbelerin parmakları, üst çıkmaları, mezarlar, ağaçlar, kuş evleri. Bu pek çok Osmanlı külliyesinde rastlanan özellik. Bina şimdilerde Türk İnşaat ve Sanat eserleri Müzesi haline getirilmiş. Buradaki Fatih Camii’nin 1894 depreminde düşen minare külahı özellikle ilginçtir.
Amcazade Külliyesi’nin karşısında küçük, şirin parkta bir sütun var. Birinci Dünya Savaşı anıtlarının tipik örneklerinden biri, savaş sırasında ölen havacılar anısına dikilmiş ve 1922 tarihlidir.
Parkın kuzeyinde eski yapı olan Fatih Belediyesi, I. Milli Mimarlık akımın özelliklerini gösterir, ancak 1913’te inşa edilen binanın mimarı Terziyan’dır.
Ana cadde boyunca batıya gittiğimizde, külliyenin biraz ilerisinde küçük Dülgerzade Cami’sini görüyoruz. Fatih döneminde Şemsettin Habib Efendi tarafından 1482’de yapılmıştır ama daha sonraki zamanlarda epey restorasyon geçirdiği için biraz değişmiş. Kubbesi sekizgen bir sığır kasnağa oturur. (Bir binada kubbenin yüksekliği, silindirik ya da çokgen prizma şeklindeki üst kısımdır.)
Camiden sonraki sokaktan sola saptığımızda, kısa bir mesafe sonra Türkçe’de Kıztaşı denilen Marcianus Sütunu’nu karşımızda görürüz. Yekpare granittendir. Yüksek kaidesi mermerdendir. Korint tarzı (sütün başlarının akantus (Türkçe’de “ayı pençesi-kenger yaprağı”) yapraklarıyla süslendiği ve sütunların bir kaide üzerine oturduğu klasik mimaride üç düzenden biridir. M.Ö Atina’da ortaya çıkmıştır.)
Başlığının üstünde Marcianus’un heykeli var. Marcianus şehrin “Romalı” imparatorları arasındadır.
Türkçe’de bu sütuna “Kıztaşı” denmesinin sebebi üzerindeki kadın motiflerinden Nika (Antik Yunan Zafer Tanrıçası. Tanrıça genelde kanatları açık şekilde resmedilmiş ve Nike markasının amblemine esin kaynağı olmuştur.) kabartmasındandır.
Marcianus Sütunu, yalnız kaidesi olan Arkadios Sütunu’nu ve Mısır’dan getirilen obeliski saymazsak, şehrin Roma ve Bizans dönemlerinden kalma beş dikilitaştan biridir. İstanbul’un beşinci yüzyıl ortalarından kalan en eski eserlerindendir.
Fatih’te Sarıgüzel Caddesi’nin Feyzullah Efendi Sokağı ile birleştiği köşede 92 yaşında Kuleli Apartmanları var. 1930 yılında inşa edilen apartmanın mimarı Muhittin Fehmi Bey’dir. Kulenin külahı günümüze ulaşamamış.
Buradan tekrar caddeye çıkıp ve aynı taraftan batı yönünde yürümeye devam edebiliriz. İki blok geçtikten sonra Feyzullah Efendi Medresesi’ni görüyoruz. Şeyhülislam Feyzullah Efendi bu hayır kurumunu 1700’de yaptırmış. Medrese hücreleri şadırvanlı avluyu iki yanından kuşatır. Ana caddeye sırtını veren kanadında güzel ve özgün dershane binaları bulunur. Dört sütunlu bir revakın sağında ve solunda okuma odaları yer alır. Bunlar zamanında dershane-mescit ile kitaplık binalarıymış. İçleri oldukça süslü. Avludaki altı mermer sütunlu şadırvanın taş işçiliği çok güzel. Medreseyi yaptıran Feyzullah Efendi’nin hayat çizgisi epey inişli çıkışlı olmuş. Birkaç kere şeyhülislamlığa gelip gittikten sonra II. Mustafa’nın güvenini kazanıp yeniden şeyhülislam olmuş (1695).
Sultan Mustafa Edirne’de oturuyormuş, İstanbul’a adım atmıyormuş. Onun yokluğunda başkentte özellikle sözü geçen Feyzullah Efendi, ilmiye teşkilatının en üst kademelerini (Anadolu ve Rumeli Kazaskerlikleri, Edirne ve İstanbul kadılıkları, Nakibüleşraflık-seyitlik beratının verilmesi, sadaka sağlanan askerlik ve vergi muafiyetlerinin uygulanması, lehte ve aleyhte davalara müdahil olunması, suçluların cezalandırılması ve evlilik işlemlerinde bu defterlere baş vururlardı. Taşrada bu görevleri Nakibü’l-Eş-raf Kaymakanları yapardı.) dört oğlu ile üç damadı arasında paylaştırmış; ulemada bir çeşit hanedan kurmuş. Ama bu durum fazla sürmemiş. Zira bu durum askeri ayaklandırmış, halk da askere katılmış. Azledilmesi öfkeyi yatıştırmaya yetmemiş. Padişah II. Mustafa da tahtan çekilmek zorunda kalmış ve yerini, bir başka ihtilalin tahtan indireceği kardeşi III. Ahmed’e bırakmış. Feyzullah Efendi ise oldukça vahşi bir tarzda öldürülmüş.
Burası artık, Kültür Bakanlığı’na bağlı 8.000’i el yazması, 20.000’i Osmanlıca dilinde olmak üzere yaklaşık olarak 30.000 kitaplı bir kitaplık. Sultan I. Murat’ın şehadeti dolayısıyla Memluk Sultanı Berkuk tarafından gönderildiği belirtilen 65 kilo ağırlığında Kur’an-ı Kerim ve mercek yardımıyla okunabilen 3 cm. büyüklüğündeki Sancak Musafı kütüphanenin en ilginç eserleri. Tabii bu özel ederler, özel günlerde sadece özel insanlara gösterilmekte.
Feyzullah Efendi Medresesi 1916’da Millet Kütüphanesi haline getirirdi. Hayratı yaptıran Feyzullah Efendi çok değerli iki bin küsür kitabını kendi kurumuna armağan etmiş. 1916’da ise Ali Emiri Efendi hayatı boyunca topladığı, çoğu son derece seçme 16.000 cilt kitabı bağışlamış. Özellikle Kaşgarlı Mahmut’un dünyada tek nüshası olan el yazması “Divanu Lügat’it-Türk” burada. Görmeden gitmeyin! Çok heyecanlandım.
Ali Emiri Efendi ilginç bir kişilikmiş. Diyarbakırlı zengin bir tüccarın oğluymuş. Gençliğinde babası onu dükkanında çalıştırmak istemiş. Ama müşteri gelip mal sorunca, Ali Emiri Efendi, kitap okuduğu yerden, “İşte orada. Fiyatı da şu kadar. Almaya niyetiniz yoksa beni boşuna yerimden kaldırmayın” dermiş. Sonunda babası bu işin oğluna uygun olmadığını anlamış. Ali Emiri çoğu Osmanlı gibi devlet memuru olmuş. Ama aklı fikri kitap biriktirmekteymiş. Bir kere bir kitaba takmış, sahibi satmıyor. Bir ikinci nüshanın Yemen’de bulunduğunu öğrenince, oraya tayin edilmek istiyor. Tam gidecekken kitabı sahibi satmaya karar vermeyince Ali Emiri Efendi de tayini çıkan görevden istifa ediyor. Gerçi yeniden dönüyor memuriyete ve otuz yıla yakın bu işi sürdürüyor. Halep Defterdarı iken 1904’te uzun süredir aylık alamayan memurlara dağıtacağı maaş parasını hazineye geri istiyorlar. Bunun üzerine Ali Emiri maaşları dağıtıyor, sonra emre uymadığı için istifa ediyor. İstanbul Ansiklopedisi’nde Muzaffer Esen onu şöyle anlatıyor: “Evlenmeyen, ömründe bir defa bile fotoğrafı olmayan, yüzüne bir defa bile ustura değdirmeyen, bütün hayatı boyunca siyah papyon kravat takan, gözlük yerine pertavsız (büyüteç) kullanmakta ısrar eden, ince sesli, gevrek gülüşlü, bir an içinde itidalden (soğukkanlılık) öfkeye, öfkeden neşeye geçebilen bir insan”.
İstanbul’da gördüğümüz çeşitli binaları, tarihi, anektodlarda (bir olayın başlı başına bir bütünlük gösteren küçük parçası, öykümsü niteliği olan kısa anlatı) idam edilenler, asanlar, kesenler çoğunlukta. Ali Emiri Efendi gibi hayatını kitaba adamış iyi insanlar yok gibi. Onun içinde bu eksantrik adamın hikayesini anlattım.
Gezerken yemek âdettendir. Buraya has Tarihi Fatih Sarması, hamurunu oluşturan kalın katlanmış pandispanyanın ortasında kayısı marmeladı olan revaninin katmerli hali. Denemeden olmaz.
Tarihi Fatih Sarmacısı’nın tam karşısında Fatih Camisi tüm heybetiyle duruyor.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un 1453’teki fethinden sonra yeni başkentin ihyası ve bir Müslüman-Türk hüviyetiyle sarmalanmış karakterinin ortaya çıkarılması için çok uğraşmış. Paşalara, efendilere, beylere kendi isimlerini taşıyan mescitler, külliyeler, hamamlar yaptırmış. Bunların çevrelerinde haliyle aynı isimlerde mahalleler oluşmuş. Fatih’in kendisi de pek çok irili, ufaklı eser inşa ettirdikten on yıl sonra Fatih Külliyesi’ni inşa ettirmiş.
1463-70 yılları arasında, tam onaltı medresesi, imareti, kervansarayı, şifahanesi, tabhanesi, hamamı bulunan devasa külliyeyi Mimar Atik Sinan’a dördüncü tepe üzerindeki Aya Apostoli (On İki Havariler) Kilisesi’ni yıktırıp onun temelleri üzerine inşa edilmiş. Bu cami çevresinde oluşan semt de asırlar boyunca Fatih diye anırmakta.
Fatih Cami’sinin kubbesinin merkezinde Taha Suresi’nin 1-6. ayetleri yer alıyor. “Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında ne varsa hepsi O’nundur.”
Külliyenin batı girişinde bir mektep ve bir kitaplık varmış, ama bunlar yıkılıp yok olmuş. Karşısındaki avlu caminin depremde yıkılmamış kısımlarından. İki sıralı pencereli yüksek avluya, yüksek görkemli bir kapıdan geçerek giriliyor. Bu avluda külahlı, mermer hazneli, sekiz mermer sütunlu bir şadırvan bizi karşılıyor. Girişte olduğu duvarda yeşil taş üstüne beyaz mermerle yazılan Fatiha ve Besmele’dir. Ayrıca iki kanatta da çiniyle yazılı Besmele ve Ayet el-Kürsi vardır. Bu güzel hat örnekleri Yahya Sofi ile oğlu Ali Bin Sofi’nin eserleridir. Aslında caminin içinde en güzel örnekler hat. Mihrap Barok stil. Mahfilin üzerindeki kubbe ise canlı trompe l’oeuil boyanmış.Trompe L’oeil (Gözü yanıltan illüzyonist resim. Gözü Aldatma) Sanatıdemek. 3D Duvar Boyama yöntemi ile izleyicinin ilk bakışta imgeyi temsil ettiği şeyin ta kendisi olduğunu sanmasıdır.
Caminin kuzeydeki dört medresesine Karadeniz, güneydekilere de Akdeniz Semaniye (yüksek öğrenim) medreseleri denir. İki kanatta da ortada kalan iki medrese bitişik ve tek blok olarak, sağındaki ve solundaki medreselere arada geçiş yeri bırakılmış. İlk yapıldığında bin öğrenci kapasiteli bir üniversite imiş. İstanbul Üniversitesi’nin temelinin Fatih’in kurduğu medreseyle atıldığı kabul ediliyor. Üniversitenin logosunda kuruluş tarihi olarak 1453 yazması bundandır.
Külliyenin tabhanesi ayakta kalmış. Tabhane, yolculuk yapan dervişlerin, din adamlarının konaklaması için camilerin kanatlarına yapılan ve cami iç mekanıyla birleşmeyen bir tür dini otel. Cami bahçesinden bu bölüme “çorba kapısı” denilen kapıdan geçilmekte. Tabhane külliyenin en güzel binalarından biri. Ortasında avlu var ve onu çevreleyen yirmi kubbe yeşil eğriboz taşından on altı sütun üstüne oturur. Doğudaki kubbe yıkılmış, çıkıntılı bölüm cami kısmıdır. Cami içinde sağ köşede bir çeşme olması da ilginç. Bu herhalde eskiden bir ayazmaymış.
Fatih Camisi’nin batı tarafındaki minare cephesinde İstanbul’un en eski güneş saati bulunur. Fatih’in İstanbul’a davet ettiği matematik ve astronomi bilgini Ali Kuşçu tarafından yapılmış.
Fatih Camisi’nin mimarinin adi Sinan’dır. Büyük Sinan’dan ayırt etmek için “Atik” Sinan denmiştir. Zamanında “Azatlı” Sinan olarak da tanınır. Azat edilmiş olduğundan muhtemelen bir köle ve Hristiyan kökenli oluyor. Mezarı Kumrulu Mescidi’ndedir. 1471’de idam edilerek vefat etmiştir. Fatih Sultan Mehmet Fatih Cami’sini beğenmez ve Sinan’a kızar, ellerini kestirir. Evliya Çelebi bu hikâyeyi Osmanlı adaletini anlatmak üzere şöyle yazmıştır. Kadı, Fatih’i haksiz bulur. Sinan üstüne varsa Fatih’e kısas yaptırıp ellerini kestirmesi kararını verecektir. Ama Sinan üstelemez ve ömür boyu maaş bağlanır, tazminat olarak. Fatih ile mimari arasındaki sorun idama kadar gitmiş. Yaygın söylentiye göre; cami için Fatih’in verdiği sütunları Atik Sinan’ın keserek kısaltması. Niçin kestiği sorulunca Sinan, “kubbe bu kadar yüksek sütunlara oturursa depreme dayanmaz” diye cevaplaması. “El kesme” cezasının gerekçesi de bu olduğu söyleniyor. Bir ikinci neden de cami tamamlandığında, Fatih’in Ayasofya’nın aşılamadığını görerek sinirlenmesi. Hatta Azatlı Sinan’ın birtakım yolsuzluklar yaptığı şüphesi de oluşunca verilen ceza daha anlaşılır olabiliyor. Çünkü Sinan’da camiye başlarken kendisine bir vakıf kurmuş.
1776 depreminde yıkılan cami, Sultan III. Mustafa tarafından yeniden inşa edildi. Haziresinde Caminin mihrap duvarının arkasında Fatih ve karısı Gülbahar Sultan’ın türbeleri ve I. Abdülhamit’in karısı ve II. Mahmut’un annesi Nakşıdil Sultan’ının türbesi bulunuyor. Söylentiye göre Nakşıdil Valide Sultan İmparatoriçe Josephine’in kuzeni Almee Dubuc de Ruvery’dir. Cezayirli korsanlar tarafından esir alinmiş, Cezayir Bey tarafından Sultan’a sunulmuş. Nakşıdil Türbesi barok tarzda çok hoş bir binadır. Tabhanenin karsısındaki sokak boyunca uzanan duvarda bir kapı, türbe ve sebil vardır. Kapı çok güzel bir avluya açılır ve oradan türbeye geçiliyor.
Abdülhamit’in eşlerinden Gülüstu Hanım’ın türbesi, Plevne Gazisi Gazi Osman Paşa’nın türbesi, hemen yanında Abidin Dino’nun dedesi Dinozade Abidin Paşa’nın sekizgen yarı açık türbesi, Sadrazam Mustafa Naili, Abdülrahman Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Ali Emin Efendi, Vahdettin zamanında Ali Rıza Paşa, hattat Yaserizadeler Ahmet Cevdet Paşa türbesi burada bulunmaktadır.
Fatih Cami’sinin çarşıya çıkışında Muslihiddin Mustafa Efendi’nin banisi olduğu 1461 tarihli Yarhisar Camii bulunuyor. Yakın zamanlara kadar görülebilen medresesi ise önce viraneye döndü, sonra yok oldu.
Fatih Medresesi’nin arka tarafında bugünkü adi Yaserizade olan cadde üzerinde bulunan Tufi Abdullah Medresesi 17. Yy. olduğu düşünülmekte. Tufi, dinin özelde ibadetler ve hukuk alanındaki dini hükümlerin gayeleri anlamında bir tabir. Medrese büyük Fatih yangınında tamamen yanmış olduğundan şimdiki hali 1918 sonrasında yapılan halidir.
Külliyeden kuzeye doğru Haliç Caddesi’ne saptıktan sonra sağımızdaki Hattat İzzet Sokağı’nın köşesinde Hacegi Rakım Mustafa Efendi Mescidi’ni görüyoruz. Bu küçük camiyi Mimar Sinan 1585 yılında doksanbeş yaşındayken yapmış. Banisi Hocazade Mustafa Efendi’dir.
Efdalzade Camisi de I. Mehmed ve II. Beyazıt ulemasından Efdalzade Hamiduddin efendinin şeyhülislam olduğu yıllarda yapılmış.
Fatih Camisi’nin hemen batısındaki Malta Çarşısı var. Çarşı içinde Fatih zamanından kalma ve şimdilerde Şekerciler Hanı diye bilinen eski bir eser ilk olarak görüyoruz.
Yakın tarihlere kadar İstanbul’un en ünlü yazlık sinemalarından biri olan ve hemen her yaz gecesi tıklım tıklım dolan Manolya Sineması bu hanın tam arkasındaki arsada yer alıyormuş. Şimdi yok.
Tarihi Malta Çarşısı’ndaki Malta Fırını semtin eskilerinden.
Fatih Medresesi’nin yanındaki sokaktan aşağıya yürüyüp ikinci sokaktan sağa sapınca İskender Paşa Cami’ne geliyoruz. Yapılışı 1505 olduğuna göre İskender Paşa II. Beyazıt’ın vezirlerinden. Adını taşıyan bu eser İstanbul’daki Kâbe ölçülerine en yakın ikinci camidir. Diğeri Çarşamba’daki 18. yy. eseri olan İsmail Efendi Cami. Sade bir camidir. Kare planlıdır, kubbe bir kasnağa (bir binada kubbenin yüksekliği, silindirik ya da çokgen prizma şeklindeki üstü kısmı) oturur ve pandantiflerle (mimaride kullanılan özel bir inşaat tekniği olup kare şekilli bir oda boşluğu üzerine bazı daire şekilli bir kubbe veya bazı dikdörtgen şekilli bir oda boşluğu üzerine elips şeklindeki bir kubbe inşa etmek için kullanılır.) ana mekâna bağlanır. Minarenin şerefiyesi özenle süslenmiş. İskender Paşa Camii, Nakşibendi şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun burada imam hatiplik yapmasından beri Nakşibendi tarikatının en kalabalık olan kolunun karargâhı olmuştur.
Nakşibend Bahauddin Nakşibend Muhammed b. Muhammed el-Buharî tarafından kurulan ve İslâm dünyasında yaygın olan tarikat. Nakşibend Farsça bir kelimedir ve “nakış yapan” demektir. Kalbi işlediği, kalbin üzerine süsler yaptığı için bu adı almıştır. “Bizim İşimiz Çözmek ve Bağlamaktır. Bize Gelenlerin Kalbini İplik İplik Dünyadan Çözer, İplik İplik Ahirete Bağlarız”.
Ayni yönde devam ederek Halıcılar Caddesi’ne çıkarak dümdüz yürüyüp vatan Caddesi’ne kadar geliyoruz. Köşede Bizans’tan kalan Konstantinos Lips Kilisesi’ni şimdiki Fenari İsa Cami var.
Pantokrator gibi bu da değişik bölümleri değişik zamanlarda eklenmiş bir yapı. İlk kiliseyi 10.yy. sonunda imparatorlukta yüksek bir memur olan Konstantinos Lips yaptırmış. Bu şimdi, kuzeye bakan kanadı oluşturuyor. Aradan epey zaman geçtikten sonra Mihail Paleologis’un karısı İmparatoriçe Theodora 13. yy. sonunda güneydeki kiliseyi inşa ettirmiş. Amacı, burayı Paleologos hanedanının mezarlığı haline getirmekmiş.
İlk kilisenin, oldukça kuraldışı bir biçimde beş apsisli (Yunan dilinde “kavis, yay” anlamında. Hristiyanlığın dini mabetleri olan kiliselerin sunak odasını -adak adanan ve kurban kesilen dini yapı- kapsayan, çoğunlukla yarım daire ya da çokgen çok nadir dikdörtgen planlı bir yapı unsurudur.) olduğu anlaşılıyor. Dıştaki apsislerden kuzeydeki zamanla yok olmuş, güneye bakan ise yanına yapılan yeni kilisenin üç apsisinden biri haline gelmiş. Böylece toplam altı apsis var ve çıkıntıları kilisenin doğu kananında bulunuyor.
Güneydeki ambulatuarlı (genellikle Avrupa kiliselerinde yapılan doğusunda bulunan üzeri kapalı ve yan neflerin -nef bir bazilika kilisesinin merkez koridoru veya bir kilisenin arka duvarı ile kesişme noktasının en uzak noktası arasında yer alan ana gövdesi ve koridordaki çapraz neftir. Bu, ruhban sınıfından olmayan Hristiyanlar tarafından erişilebilinen kilisenin bölgesidir.- devamında yer almak suretiyle koronun bulunduğu yeri üç yönden çevreleyen dehliz kesimdir.) olmak üzere iki kilise de Yunan haçı planına göre yapılmış, ama Osmanlı döneminde birçok mimari özelliği değişmiş. İki nartekslidir. (Erken Hristiyan ve Bizans bazilika ve kiliselerinde ana mekâna açılan giriş bölümü. Genellikle merkez bölümünden duvarlar yahut sütunlar ile ayrılır.) Güneyinde, güney kilisesine paralel bir de galerisi var.
Akşemseddin Sokağı’nın biraz ilerde Parmakkapı Kadıasker Mehmet Efendi Cami bulunuyor. Burada çok eskiden bir Bizans Kilisesi varmış. Kazasker Mehmet Efendi buranın yıkıntısı üstüne kendi adına bir camii yaptırmış. 1766’da bu bina depremde yıkılmış. Bu sefer Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa’nın yaptırdığı cami ve başka hayır eserleri 1918’de yanmış. Sonunda 1960-80 arasında, şimdiki cami, Kuran kursu ve kaloriferi de tamam olmak üzere, inşa edilmiş. Avluda asansör de bulunuyor. Bodrum katta abdest alma yerleri ve kazıda çıkan kalıntılar sergileniyormuş. Ayrıca avluda üzeri kapalı abdesthane ve hazirede birçok kabir bulunuyor. Caminin banisi Mehmet Efendi’nin kabrinin üst kısmı kapalı, yanları açık. Caminin iç kısmı kapalı idi.
Vatan Caddesi’nden karşı tarafa geçip hemen karşısındaki Akdeniz Caddesi’ne girip ve bir süre yokuş yukarı yürüyünce soldaki dördüncü sapaktan sapınca Hüsrev Paşa Sokağı’na giriyor ve bir sonraki köşede, solda çok hoş ve gösterişli Hüsrev Paşa Türbesi’ne varıyoruz.
Suriye valisi iken Sinan onun için Halep’te ilk ciddi, tarihi bilinen eseri olan bir cami yapmış. Paşa’nın türbesinin mimarı da Sinan’dır. Hüsrev Paşa ayrıca Bosna-Hersek ve Rumeli beylerbeyliği yapmış, bu sırada görevden uzaklaştırılınca yemeden içmeden kesilerek intihar etmiş. Türbe sekizgendir. Her köşede tepesi stalaktitli (mimaride içerideki bir bölümden dışarıda ve daha altta bulunan bir satıhtan-yüzey- üstteki bir satha geçebilmek amacıyla küçük taşlardan ya da tuğlalardan yapılan prizmatik bindirmeliklere- dışarıya taşan bina bölümlerini tutmak için altlarına üst üste bindirmeli olarak konulan konsol şeklinde taş ya da ağaç desteklerinden her biri- verilen isimdir. Mukarnasın ikinci adı stalaktit olarak geçer.) ince sütunlar vardır. Kubbe gene sekizgen olup bir tambur üstüne oturur. Özellikle binanın tepesindeki taş işçiliği çok göz alıcı.
Hüsrev Paşa Türbesi’nin tam karşısında yokuş yukarı giden sokağa sapıp, ilk kavşağı geçtikten sonra Bali Paşa Sokağı’ndan yürüyünce, sağda 16. yy. eseri olan Bali Paşa Cami’ne geliyoruz.Bu yol üstünde, kim olduğu bilinmeyen bir Keserci Baba Türbesi de var.Cami aynı zamanda Hüma Hatun Cami olarak da biliniyor. Çünkü camiyi kocası Bali Paşa adına yaptıran, Hüma Hatun. Hüma Hatun kimine göre II. Beyazıt’ın, kimine göre de İskender Paşa’nın kızıdır.
Mimar konusu da karışık, çünkü Sinan’ın Tezkire’sinde (aynı şehirde bulunan resmi daireler arasındaki yazışma) adı geçiyor. Oysa bu caminin yapıldığı tarihte Sinan’ın mimarlığa başlamış olması mümkün değil. Dolayısıyla camiyi Sinan’ın onardığı ya da yeniden yaptığı düşünülebilir.
Caminin planı daha önce gördüğümüz İskender Paşa Camii’ni andırıyor. Bali Pasa II. Beyazıt’ın veziriyken eseri tamamlarken 1494’te vefat etmiş. Cami yangın ve deprem faaliyetlerinden zarar görüp 1917’de betonla karışık tamir edildiği için artık orijinalliği kalmamış.
Fevzipaşa Caddesi’ne açılan Emir Buharı Sokağı, yol üzerindeki Emir Buhari Cami eski camiden adını almış ama mimarisi orijinal değil.
1900’de ölen Ahmet Cevdet Paşa’nın Türbesi 20 liralık banknotların arkasında resmi bulunan Mimar Kemaleddin’in güzel eserlerinden biridir. Bu zarif türbe onun İstanbul’daki ilk taş yapısıdır.
Yazıyı biraz renklendirelim… Vedat Milor Fatih’teki ilk 10 kebapçıdan biri diye yazdığı için geldik… Salaş bir yer fakat lezzetler gerçekten çok güzel… Lahmacunu hem çok büyük hem çok lezzetli hem de uygun fiyatlı idi, içli köftesi de aynı şekilde çok lezzetliydi. Ayranı özellikle çok leziz. Yolunuz düşerse uğrayın.
Parmakkapı Cami’den kuzeye doğru hafif yokuş sokaklardan Sarıgüzel Caddesi’ne doğru tırmanan Hırka-ı Şerif yakınlarındaki bir kaç yolun buluştuğu ve kıyısında Koyun Baba ile Sabire Sultan Türbesi’nin olduğu güzel bir park var.
Koyun Baba, İstanbul’un Fethine katılmış. Horasan erlerinden olan Koyun Baba daha sonraları Fatih Sultan Mehmet’in çobanı olmuş. Eskiden yaramaz çocukların uslanmaları için Koyun Baba kabri ziyaret edilirmiş. Koyun Baba’nın mezarının üzerindeki beyaz mermer taşta da yazdığı bir de Sabire Sultan isminde bir hanım yatmakta.Rivayete göre, Padişah Sultan Abdülaziz Han bir gece rüyasında başında beyaz namaz başörtüsü olan nur yüzlü bir kadın görmüş. Kadın, Yüce Hükümdar. Benim ismim Sabire. Fatih’te Hırka-i Şerif Camisi’nin bitişiğindeki evde oturuyorum. Bu gece öldüm. Ama ömrüm müddetince bütün isteğim Koyun Baba Hazretlerinin yanına defnedilmek. Hükümdar hemen kuşanıp gelmiş camiye ve buyurmuş. Sabire Sultan, Koyun Baba’nın yanına defnedilecek. Böylece Sabire Sultan’ın arzusu yerine gelmiş.
Bali Pasa Camisi’nden ayrılıp Hüsrev Paşa sokağına dönüp aynı istikamette yürüyünce devam edip, soldan ikinci sapakta Akşemsettin Caddesi’ne girip yokuş aşağı bir blok yürüyüp sol taraftaki köşede büyük mimarin kendisi tarafından 1573-74 kurulmuş vakfın parçası olan Mimar Sinan Mescidi’ne varıyoruz. Şimdiki cami, minaresi dışında tamamen yenidir.Sinan kendi için mütevazı bir cami yapmış. Ama belli ki minaresine özenmiş. Minare sekizgen, şerefesi (minarenin çevresini saran, ezan okunan yer) yok, tepede her yüzeyde, bir pencere açılıyor; yani sekiz pencere var. Külah yerine de küçücük bir kubbe konmuş. Bir zamanlar büsbütün ortadan kalkan cami taş ve tuğladan yeniden yapılmış.
Minare ender görülen tiptedir. Sekizgen ve balkonsuzdur. Bunun yerine müezzinin ezan okuması için tepede sekiz fasadın (bir yapının dış cephesini ifade eden fasad kavramı, film ve dizi sektörü için cephe ya da yüz giydirme) her birine bezemeli bir pencere yapılmış.
Akşemseddin Caddesi yönünde devam edelim. Üç sokak sonra sola sapıp uzunca bir yol yürüyerek eski Ali Paşa ile Mütercim Asım sokakların birleştiği köşede Mesih Mehmet Paşa Cami’ne varıyoruz. Bu da mimarı bilinmeyen bir klasik dönem camisi (1585). Ahmet Refik, bu camiyi Davut Ağa’nın yaptığını söyler.Avlunun ortasında her zaman görmeye alışık olduğumuz şadırvan yerine, Mesih Paşa’ya ait olduğu sanılan bir türbe var. Bunun içinde abdest muslukları da revakın (sırtı bağlı bulunduğu binaya dayalı, ön cephesi açık, üstü örtülü ve örtüsü sütunlarla ya da payelerle taşınan mekâna verilen ad.) altındadır. Son cemaat yeri (büyük camilerde camiye bitişik revaklı yerdir. Bu yerin bir tarafı (avlu tarafı) açıktır. Avludaki cemaat yeri denilebilecek bu yer, avludan yüksek platformdadır.) iki revaklıyken dıştaki yıkılmış ama yeniden çatı yapılmış. Son cemaat yeri çoğu zaman olduğu gibi beş gözlü. Kayyim (Halife ve sultanların yatak ve halılarını seren, çadırlarını kuran kişi. Cami, medrese gibi vakıf eserlerinin temizlik işleriyle uğraşan görevli.) ve müezzinin odaları da avluda, iki köşede yapılmış. Cami eğime oturtulduğu için avlunun mihrap kanadı yükseltilmiş. Ayrıca binanın kendisi de hayli yüksekte. Dörtgen içinde sekizgen destekli kubbe düzenlenmesi de ilginç. Yan galeriler içeri bakan pencereleri olan duvarlara ayrılmış. Mihrap tarafından çiniler oldukça güzel.
Mesih Mehmet Paşa, hadım ağalığından devlet adamlığına geçmiş, Mısır Valisi olarak zulmüyle nam salmış. III. Murat zamanında kısa bir süre için sadrazamlık yapmış. Bu camiyi bu sıralarda yaptırmış. Ayrıca Laleli’de gördüğümüz Mirelation Kilisesi’ni camiye çeviren de odur. Zamanla harap olan eser II. Abdülhamit Han devrinde Fetva Emini Hacı Nuri Efendi tarafından yeniden yaptırılmış.
Eğer Mesih Pasa Camii’nin güney kapısından çıkar ve yokuş yukarı kıvrılan yolu takip ederseniz, Keçeciler Caddesi’nden yürüyerek, 19.yy. İstanbul’daki “iki minareli 21 cami”den biri olan Sultan Abdülmecit’in 1851 yılında yaptırmış olduğu Hırka-ı Şerif Cami’ne gelinir.
Tanzimat döneminin buralarda pek fazla örneği görünmediği için (Aksaray’daki Valide Camii dışında) bu çevrede bu ampir üsluplu (19. yy. başlarında ortaya çıkan ve mimarlık, mobilya, diğer dekoratif ve görsel sanatlarda etkisini gösteren bir tasarım akımıdır.) bina şaşırtıcıdır. Ayrıca yakın tarihli olmasına rağmen mimarı da bilinmiyor. Ama o dönemin meşhur mimarlarından Balyanlar tarafından yapılmış olabilir.
İstanbul’da Hz. Muhammed’e ait iki hırka (keçi tüyünden yapılmış, geniş kollu) bulunuyor. Bunlardan birini peygamber Veysel Karani’ye (Yemenli bir Müslüman ve mistik. Muhammed peygamber döneminde yaşamasına rağmen onu görememiş. Meşhur hikâyede Medine’ye kadar gitmiş, ancak zamanlamasından dolayı onu görememiş ve geri dönmesi gerekmiştir. Bunun üzerine Muhammed ona hırkasını hediye olarak göndermiştir.) armağan edilmiş. I. Ahmet zamanında getirilen bu hırka için bu semtte bir ev yapılmış. Diğer hırka ise Topkapı’dadır. Sonra Çorlulu Ali Paşa 1851’de bu hırkanın ziyaret edilmesi için bir hücre ile yanında bir imaret ve bir çeşme yaptırmış. Avlunun girişi, caminin ön cephesi saray havasında, iki minaresindeki şerefeler de Korint tarzı.Hırka-ı Şerif üst kata saklanıyor ve sadece Ramazan Bayramında ziyaret edilebiliyor.
Burada bir Hünkâr Dairesi’nden başka Hırka’nın alındığı Üveys ailesi için yapılmış bir bölüm de var. Mihrap, minber ve kürsü oldukça rokoko tarzıbda pembe, cilalı mermer. Zamanın ünlü hattatlarından Mustafa İzzet Efendi’nin yazıları ile bizzat Abdülmecit’in yazdığı levhalarda iç süslemeler arasında.Caminin kendisinin sekizgen biçimde olduğu, içeride daha iyi anlaşılıyor, çünkü dıştan bakınca çevreyi saran yan binalar bu görünümü kapsıyor.
Hırka-ı Şerif Cami yanında Hoca Kasım Günani Cami müştemilatı olan Kuran Kursu tabelası gözüküyor. Fatih devri alimlerinden ve Ni’me’l Ceyşten Ebu Eyyub el-Ensari’nin hizmetinde bulunan Hasan ve Hüseyin isimli iki zatın burada şehit edildiği rivayeti sebebiyle “Hasan Hüseyin Mescidi” olarak da biliniyor. “Meydancık Cami” ismiyle de anılıyor. Ahşap kaplamalı caminin çatısı da ahşap. İçerde duvarlar tamamen kalem işleriyle süslü. Burası etrafı kapalı ve özel güvenlikli bir dergâh şimdilerde.
Buraya çok yakın eski Mühtesip İskender mahallesi içinde ve Fevzipaşa Bulvarı’na çıkan Kırtay Sokağı’ndaki Ummü Kenan Dergâhının koca ahşap külliyesi ile karşılaşıyorsunuz. Binayi Cenan Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı ve bünyesinde Kenan Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü kullanıyor.
Feyzipaşa Caddesi üzerindeki Altay Camisi, Altay Dergâhı olarak da bilinir. 1909’dan 1925’e kadar hizmet vermiş. Cami 1670 tarihinde inşa edilmiş. Banisinin Şeyhülislam Debbağzade Mehmet Efendi. Cami zamanla yıkılmış. 1987 yılında Vakıflar İdaresince tekrar yaptırmış ve ibadete açılmış.Cami kesme taştan, tek kubbeli olarak inşa edilmiş. Son cemaat yeri üç kubbeli. Tek şerefeli bir minaresi var. Kürsüsü, minber ve mahfili ahşap, mihrabı çini.Banisi iki kez Şeyhülislamlık yapmış. Kabri Yavuz Selim Camii yakında kendi yaptırdığı Debbağzade Medresesi avlusunda.
Hoca Üveys Cami 16.asırda yaptırılmış. Fatih Belediyesince hazırlanan tabelada camiyi yaptıranın Hoca Üveys Paşa değil, Hacı Üveys bin Kayser olduğu, Minberi de Bab’üs Saade Ağası Boşnak Ahmet Ağa tarafından konulduğu, yazmakta.
Cami, dikdörtgen planlı ve kiremit çatılı. Minaresi dökme taştan ve tek şerefeli. Mihrabı ve iç duvarları yarıya kadar Kütahya çinisi.
Yazmacı Hüsrev, İpek Kaytan, İzzet Ağa, Kabakulak, Süreyya gibi isimler taşıyan sokakları mutlaka dolaşın. Buralarda ne kadar fazla çıkmaz sokak bulunduğunu hayretle göreceksiniz.Bu sokaklarda Osmanlı döneminde çeşitli sembollerle nice ince mesajlar verirmiş. Örneğin, eskiden pencere önünde sarı bir çiçek varsa bunun anlamı; evde hasta var, sessiz olun demekmiş. Mesajı alan seyyar satıcılar ve sokaktan gecenler seslerini yükseltmezlermiş.
Eğer penceredeki kırmızı çiçekse bu eve evlilik cağında kız var. Konuşmalarınıza dikkat edin, bu hanımefendiyi utandıracak sözler söylemeyin, anlamında bir uyarıymış.
Misafire” aç mısın?” diye sormak nezaketsizlik olarak görüldüğünden kahvenin yanında su ikram edilirmiş. Misafir aç ise suyu, tok ise kahveyi alırmış. Eğer suyu almışsa ev sahibi hemen sofrayı kurarmış.
Eve misafir geldiğinde ev sahibi, misafirin ayakkabılarını dizerken ayakkabıların burunları dışarıya doğru değil de içeri doğru baktırırmış. Bu, ‘misafirliğinizden çok memnun kaldık, tekrar bekleriz” anlamına gelmekteymiş.
Hırka-ı Şerif Cami’nin Keçeciler Caddesi’ne açılan anıtsal kapısından çıkıp, buradan sağa döner ve bu caddeyi takip ederseniz, yârim kilometre kadar solda 1560’ta Mimar Sinan’ın yaptığı Hürrem Çavuş Cami’ne geliniyor.
Burası da çeşitli onarımlar ile Sinan’ın verdiği biçimden hayli uzaklaşmış. Bina 1560 yılında, divan çavuşu olan Hürrem tarafından yaptırılmış. Çatısı ve revağı (Türk mimarisinde revaklar cami girişlerinde estetik amaçlı kullanılırken, caminin kalabalıktan taştığı zamanlarda namaz kılanların yağmurdan, kardan ya da güneşten korunmasını da temin eder.) ahşap, dikdörtgen bir binadır.
Bizans’ın bıraktığı yerden su aramaya devam eden Osmanlı yönetimi, bir taraftan eski su yollarını tamir ederken bir yandan da şebekeye yeni kaynaklar bağlamış. Ancak Kanuni devrine gelindiğinde şehrin büyümesinin de etkisiyle su sıkıntısı iyice artmış. Su sıkıntısı öyle bir noktaya gelmiş ki çok su harcayan bazı hamamlar yıktırılmış. Kanuni, su meselesine bir çözüm bulması için Mimar Sinan’a talimat vermiş. Padişahın, emri verirken “Öyle su getirsin ki bu şehre, en yüksek yerlerde bile küçük çocuklar ve dul ihtiyar kadınlar testilerini, kaplarını kacaklarını alıp çeşmelerden su doldurabilsinler ve benim devletimin yaşaması için dua etsinler.” demiş. İşte Sinan sadece camii mimarisinde değil su mimarisinde de adını zirveye yazdırmış bir dehadır.
Kızanlık Caddesi üzerindeki Mustafa Efendi Çeşmesi ise 1788 tarihinden kalmadır.
Binaların arasında kalmış olan Hacı İsmail Ağa Çeşmesi, H 1235 tarihinde Yeniçeri ocağı kapıcıbaşılarından Surre emini İsmail Ağa tarafından yaptırılmış
Çorlulu Ali Paşa Çeşmesi, Akseki Camii Sokak’ta. Çeşme oldukça basit bir yapıda. Teknesi büyük ihtimal yol seviyesinin altında kalmış. Çeşmenin musluğu bulunmuyor. 2 satıra 2 sütun kısa bir kitabesi bulunuyor. Kitabenin altında 1307 tarihi var. Bu tarih çeşmenin tamir edildiği tarih. Yapılış tarihi bilinmiyor.
Sineperver Valide Sultan Çeşmesi’ni Ayşe Sineperver Sultan yaptırmış. Suyunun acı oluşundan dolayı halk arasında “Kanlı Çeşme” deniyor. Kufeki taşından inşa edilen dikdörtgen planlı, kâgir çeşmenin dört satırlık kabartma yazılı kitabesi ve ayna taşında mermer kabartma motifleri bulunuyor.
Gezmeyi, yeni yerler keşfetmeyi her zaman çok sevdim. Bir şehri adım adım keşfetmenin, sokaklarında kaybolmanın, tarihi ve doğayı içime çekmenin verdiği huzuru tarif etmek zor. Her gittiğim yerin bir hikayesi var; bazen bir yemekte, bazen eski bir taşın üstünde ya da uzaklara bakan bir deniz manzarasında saklı. Fotoğraf çekmeyi de en az gezmek kadar seviyorum. Geri dönüp o karelere bakmak, anılarımın arasına tekrar dalmak, yaşadıklarımı yeniden hissetmek… Hepsi ayrı bir keyif.
Bu yazımda da kullandığım kaynaklar:
İstanbul Nasıl Gezilir-Haldun Hürel
İstanbul Gezi Rehberi- Murat Belge
Taşların Dilinden İstanbul-Sami Bayraktar
Strolling Through İstanbul-Hilary Summer-Boyd & John Freely
Tarihi Yarımada- Tayfun Nasuhbeyoğlu
Haritalarla İstanbul Gezi Rehber-IBB
Mustafa Cambaz
Turan Akıncı
Önder Kaya
Kültür Envanteri
The Magger
Belediye web siteleri yazıları, faydalanmamız için yazılarını web, instagram, facebook, X… yayınlayan bloggerlar, gezginler çok teşekkür ederim.
Tavsiye ettiğim yerlerle bir işbirliğim veya reklamım yoktur.