Nohutlu Pilav
Bu akşam işten çıkmış, canım sıkkın, aç bilaç beni eve götürecek olan dolmuşa doğru Beşiktaş’ta yürürken bir yandan da kafamın içinde eve gidince yapacağım yemeği teorik olarak pişiriyordum.
Ben bu teorik olarak bir takım şeyleri yapma konusunda çok başarılıyım.
Pratiğini yapmaktan çok daha keyifli ve zahmetsiz .
Mesela bu yaz Bodrum’da ablamla, evi taşınmak üzere toplamak için her sabah uyanıyor, gazetelerimizi sipariş ediyor, kendi kişisel vantilatörlerimizin karşısına geçip yayılıyor ve teorik olarak evi topluyorduk.
-Bak şu salondaki kitapları sen dün aldığımız o büyük koliye koy.
-Sen odayı toplarken, ben mutfaktaki kırılacakları sararım.
-Çocukların odasını en sona bırakalım.
-Elektrikçi çağırıp uyduyu söktürürüz. Yarın.
-Akşam oldu, bir şeyler yiyip dışarı çıkalım. Bu konuştuklarımızı yarın yaparız.
Yaparız.
Onu şöyle yapalım, şunu şöyle toplayalım, sen şurayı ben burayı muhabbeti bir hafta sürdü. Hayatımın teorikle pratiğin arasının en uzadığı haftasıydı.
Neyse ne diyordum ben, Beşiktaş’ta aç yürüyordum ve eve gidince şunu haşlar, bunu kızartırım diye hayal kuruyordum ve birden nohutlu pilav arabasıyla burun buruna geldim. Mis gibi kokuyordu.
İçimde gazinoda assolistin adının, neon ışıklarla yanması gibi ‘l"bu şehri seviyorum" ışığı yanıp sönmeye başladı.
"Bu şehri seviyorum."
"Bu şehri seviyorum."
Bu nadiren olur, bu şehri sevdiğimi nadiren düşünürüm ve o anlardan birindeydim işte.
Nasıl olmam ki?
Sokağında pilav satılan bir şehir!
Üstelik nohutlu ve ayrıca tavuk ilaveli! Şahane!
Tabii ki yedim. Tokum.