Buruk Tencere
Kedi sahibine benzermiş.
Laf da köpek gibidir, sahibine gider.
Bu ilk yazdığım cümleyle ikinci yazdığım cümlenin birbiriyle alakası yok, sadece birinciyi yazarken ikinci aklıma geldi.
Ama öyle değil midir?
Laf, köpek gibi değil midir? Bakın deneyin, kalabalık içinde sadece bir kişinin anlayacağı bir cümle söyleyin: Laf koşarak gidip o kişinin kulağını koklayacaktır.
Artık söylediğiniz cümlenin içeriğine göre o kişi ya 9’u çeyrek geçecektir ya da 7’yi yirmibeş.
Kısacası ya sevinecektir ya da üzülecektir.
İlk cümleye geri dönüyorum.
Kedi sahibine benzermiş.
Benim kedi de bana benziyor.
Eve geliyorum, beni kapının önünden bekliyor ve göz göze geldiğimiz an mutfağa doğru koşuyor. Ben tabii daha çantamı bırakamadığım için onu hemen takip edemiyorum. Geri gelip koridor kapısından başını uzatıp bana bakıyor, sonra yanıma geliyor. Ben mutfağa doğru hareket alınca koşarak mutfağa gidiyor. Oyun olsun diye ben peşi sıra mutfağı geçip arkaya doğru koşuyorum. Hemen arkamdan gelip önüme geçiyor ve bir yandan arkasına bakıp yeniden mutfağa doğru koşuyor.
Bütün istediği şu: O yemek yerken onunla birlikte olmam.
Tek başına yemek yemeği sevmiyor. Tıpkı benim gibi.
Ben de tek başıma yemek yemeyi hiç sevmiyorum. Tıpkı kedim gibi. Onun yemeği bitinceye kadar eğilip yanına oturuyorum. Ayakta kalmamdan onunla aynı hizada olmamamdan rahatsız oluyor, yere oturuyorum.
Haklı. Kedim haklı.
Tek başına yemek yemek hüzünlü bir şey.
Kahvaltı ve öğlen yemekleri bir şekilde geçiyor, ancak akşam yemekleri… geçmiyor.
Bir İtalyan ailesi olmak isterken, kendimi Bergman’ın Farö adasında bulmuşum gibi hissediyorum.
Geçen gün eskiyen tencereleri atmak için ayırırken fark ettim. Hep küçük tencereler, tavalar eskimiş. Büyük olanlar tertemiz, yepyeni duruyor. Büyük tencereler öyle tezgahın üzerinde dizili dururlarken bana pek buruk geldiler.
Buruk tencere.